İnsanı insan yapan en temel şeylerden biri toplumsal bir varlık olmasıdır. Kapitalizm, bencilliği kişilik haline getirerek buraya saldırır. Mesela biri işsizse bu onun beceriksizliği yüzündendir!
“Hem herkesin işine karışıp da ne olacak? Dünyayı sen mi kurtaracaksın?”
“Yan dairedeki komşu, havuzlu bir siteye taşınmış, çocukları da koleje vermiş, karısı Bodrum’dan story atıyormuş. Hoş, hakkında iyi şeyler konuşmuyorlar ama adam işini yürütmüş işte.”
“Ulan şu sahte diploma işi de şeytanın aklına gelmez diyecem ama bizim kahvede bile alan var hani…”
Gerçekten alışmak en kötüsü olsa gerek. Örneğin, otoban kenarında oturan biri bir süre sonra o sesleri duymaz olur. Tıpkı çöplükte yaşayan birinin çöp kokusunu almaması gibi. İşte bu, insanı çürümenin parçası hâline getirir. Önce kayıtsız kalırsın, sonra bir parçası olmaya başlarsın.
Aslında bu, bir çeşit “çakallaşma” sürecidir. Malum çakallar fırsatçı ve leşçi hayvanlardır. Mesela, bu kurak günlerde, meteorolojiden yağmur yağacak bilgisini alan Diyanet İşleri Başkanı’nın cuma namazı öncesinde yağmur duası okutması gibi. Ya da zeytinlikleri söküp, “canım başka yere dikeceğiz” diye göz göre göre yalan söyleyenler gibi. Ya da hadi orman yangınları insan-doğa işi olsun, ortaya çıkan durumu ranta yağmaya çevirenler gibi. Depremlerden sonra yaşananları unutmadık elbette.
Halka zırnık bile yoksa direnmek haktır!
Ülke ekonomisi uzun zamandır uluslararası sermayenin elindedir. Alacaklarını tahsil edebilmek için hazinenin başına Mehmet Şimşek’i oturtmuş, gelirlere daha kasaya girmeden el koyar olmuşlardır.
Bütçeyi döndüren işçi ve emekçilerin ödediği dolaylı-dolaysız vergiler, harçlar ve cezalardır. İşçiler artan vergi yükünü kapatmak için fazla mesai yapmak zorunda kalıyor ve sonra bunun da vergisini ödüyorlar. Ne âlâ. Cezalar ise adeta bir distopya hikâyesi gibidir. Hangi çakalın aklına geldi bilinmez, otobanda âniden düşen hız limitleri ve radarlar ile hemen herkes ceza yer durumdadır. Bu bir çeşit devletin pusuya yatması gibi bir şeydir.
Enflasyon ve artan vergi yükü, yılın ilk 7 ayında emekçilerin cebinden yaklaşık 1 trilyon lirayı çalıp devletin kasasına oradan sermayeye aktarmıştır.
Her ne kadar enflasyon düşüyor denilse de halkın alım gücü düşmekte, yoksulluk büyümekte, açlık her yanı sarmakta. Yakında okullar açılacak ve birçok çocuğun okula aç gidip döndüğünü biliyoruz. TÜİK’in yalanları bir yana, neredeyse her 3 kişiden biri işsizdir.
2025 yılında, IMF emriyle yüzde 30 ücret zammı baremi uygulanmış, sendikalar cılız tepkilerle süreci devlet-sermaye adına yönetmiştir.
Saray Rejimi, IMF emirleri ve Orta Vadeli Program dâhilinde ücret artışlarını “hedeflenen enflasyon”a endeksliyor. Sonuçta adı üstünde: hedef. Ya tutarsa? Tutmazsa altta kalanın canı çıksın!
Kamu emekçilerine önerilen 2026 için yüzde 16’lık zam teklifi sendikaların yoğun tepkisi (!) üzerine 11+7 olarak yüzde 18’e yükseltildi. Bu asgarî ücret için de ölçü olacaktır, diğer ücretler içinde. 18 Ağustos’ta gerçekleşen iş bırakma eylemleri hem dağınıklığı hem de sonuç alıcı olmaktan uzak yapısıyla iktidar üzerinde bir etki yaratmışa benzemiyor.
Yakın dönemde Birleşik Metal-İş işçilerinin grev yasaklarına rağmen gerçekleştirdiği grevler, Başpınar işçilerinin eylemleri, TÜPRAŞ, DYO Boya, İzmir Büyükşehir Belediyesinin işten attığı Belediye-İş üyesi işçilerinin kazanımla biten direnişi… Birçok eylemde işçiler parça parça da olsa kararlılıklarını ortaya koydular. Eksik olan örgütlülüktür, mevcut sendikal yapıyla çözüm olmayacağı artık açıkça ortadadır.
Her yer Filistin hepimiz Filistinliyiz!
Öylesine değil, gerçekten öyledir. Filistin’de yaşanan katliam, insanlık suçudur ve tüm kapitalist devletler bu suça öyle veya böyle ortaktır.
Bizim Saray Rejimi, kürsülerde cuma hutbesinde hamaset yaparken, arkadan İsrail ile her türlü ilişkiyi sürdürüyor. İsrail’e silah üreten şirket damadın ortağı oluyor, bu şirketi protesto edenler evlerinden gözaltına alınıyor, işkence ediliyor. Burada karnı tıka basa dolu adamlar nutuklar çekerken Filistinli çocuklar açlıktan ölüyor hem de kitlesel olarak…
Ülkemizde açlık kol geziyor. Temmuz ayında en az 204 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Belki ölümleri duymuyoruz ama biliyoruz ki 2 milyondan fazla çocuk çalışmak zorunda. Hergün onlarca insan intihar ediyor. Yılda 300 çocuk kayboluyor.
Öte yandan, sanayi üretimini canlandıranın silah ve mühimmat üretimi olduğunu yazmayan ekonomist kalmadı. Anadolu’daki OSB’ler buna göre organize ediliyor. Bir ön cephe ülkesi gibiyiz adeta.
Tek çare örgütlü direniş, tek çare birleşik emek cephesi
Sözün bittiği anlar vardır. Çoktandır oradayız. Hapishaneler tıklım tıklım doludur. Ev hapsi alanlara yetecek kelepçe stokları tükenmiş, 300 bin yenisini sipariş etmişlerdir. Demek ki korku bizim saflarda değil, onların saflarında etkilidir.
Bizim saflarda eksik olan örgütlülük ve birliktir. Onlar bir avuçtur. Biz olmasak kelimenin tam anlamıyla pisliklerinde boğulur, açlıktan geberir giderler. Bakmayın öyle bize böcek gibi bakmalarına. Bizim gücümüz üretimden gelen gücümüzdür. Görülüyor ki sendikalar, daha doğrusu şu anlı “şanlı” konfederasyonlar grevi bir silah olarak değil, kendileri için bir tehlike olarak görüyorlar. İşçiler greve giderse, hele ki Allah korusun genel greve giderse pembe ve yumuşak kıçlarına ya bizim ya patronların tekmesini yiyecekler.
Demek ki genel grev bunlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş. Bugün sendika binalarında işçilere neden genel grev yapılamaz propagandası yapanlar, işçi sınıfına dost değil düşmandır.
Genel grevin yolu işyeri örgütlenmelerinden, işyeri komitelerinden geçer. Böylesi bir güç, sendika mafyasını da süpürüp atabilecektir.