Zaman hızlanır mı? Göreceli bir kavramdır. “Bir saat güzel bir kızla oturmak bir dakika gibi gelebilir; bir dakika sıcak sobanın üstünde oturmak bir saat gibi gelir.” Albert Einstein’a atfedilen bir sözdür. Zaman görecelidir.
Esasen, hareket hâlinde olan için zamanın daha hızlı aktığını düşünebiliriz.Peki tarih hızlanır mı? Yanıtımız evet. Bizden kanıt istemekte haklı olabilirsiniz. Emperyalistler arası paylaşım savaşı, uzunca bir süredir gündemde olmakla birlikte sıcak çatışmalar genel olarak vekiller arası savaş biçiminde yürüdü. Ama bugün Avrupa’da savaş gündemi günlük hayatın parçası gibidir.
Devletler savaş harcamalarını artırıyor, zorunlu askerlik yaygınlaşıyor, hastaneler, otobanlar savaşa göre dizayn ediliyor.
Dünya işçi sınıfı, belki de Vietnam savaşından bu yana ilk defa Filistin için bu ölçekte ayağa kalkıyor. Gazze’de ortaya konan direniş, işçi sınıfının dayanışması ile emperyalist efendileri alelacele “barış” yapmaya mecbur bırakıyor. Kapitalist-emperyalist sistemin krizini aşmak için tek çare olarak gördüğü savaş onun çelişkilerini gün yüzüne çıkarıyor. Önceki iki paylaşım savaşı, işçi sınıfının zaferi ile sonuçlandı. Üçüncüsünün ön günlerinde hem halkların direnişleri hem de işçi sınıfının eylemleri efendileri ellerini çabuk tutmaları gerektiği konusunda ikna etmiştir diyebiliriz. Bir taraftan artan savaş tehdidi, diğer taraftan yükselen direniş dalgası tarihin tekerini hızlandırıyor.
Ülkemiz için durum çok da farklı değildir. Emperyalistler arası paylaşım savaşında NATO-ABD’nin ileri karakolu olarak görev yapan Saray Rejimi, rant, yağma ve savaş ekonomisi; bunlarla bağlantılı olarak iç savaş hukukunu uygulayarak ayakta kalabiliyor. ABD’den alınan meşruiyet, bu göreve layık olunduğu anlamına geliyor. Kolay değildir, işgal devleti İsrail ile her türlü ticari ve askerî iş birliğini sürdürürken diğer taraftan hamasi nutuklarla kitleleri uyutmak.
Müslüman bir ülke olarak, İran’a dönük yaptırımları hızla hayata geçirmek az iş değildir. Güzelim ülkeyi uyuşturucu baronlarının, bahis mafyasının, akla gelebilecek bütün pis işlerin merkezi hâline getirip, yoksul halkın çocuklarından bu çetelere eleman kaynağı yaratmak az hizmet değildir. Tüm bunları yapmaya gereken zemini hazırlayan çürümeyi yaratmak, az iş değildir.
Bugün bu ülkede adam öldürmenin, topuğuna sıkmanın, arabasına, dairesinin önüne mermi bırakmanın, camlarını kurşunlamanın fiyatları bellidir. Sokaklar çetelere teslim edilmiştir. Cezasızlık, hukuksuzluktan değil, iç savaş hukukunun hâkim kılınması isteğindendir. Doğrusu Hakan Tosun’a tam olarak ne olduğunu bilmiyor olsak bile, İçişleri Bakanı’ndan karakoldaki polis memuruna kadar devletin tüm kademeleri bu cinayeti bir şekilde üstlenmiştir. Topluma korku salınmak isteniyor. Nafile olduğu ortadadır.
Bir yanda şatafat, bir yanda sefalet
Savaş ekonomisi, milyonlarca işçiyi, emekçiyi, emekliyi kelimenin gerçek anlamıyla açlıkla terbiye etmektedir. Ülkede kişi başına düşen ortalama kredi borcu 120 bin liradır. Bunun anlamı daha kazanılmamış önümüzdeki yılların gelirinin ipotek altına alınmasıdır.
Takipteki borçlar rekor seviyelerdedir. Oysa bankalar kâr rekoru kırıyor. Vergiler ve enflasyon nedeniyle işçilerin 9 aylık kaybı 1 trilyon 328 milyar düzeyindedir. Ortalama bir işçinin kaybı ise 80 bin lira civarındadır. Sermayenin asgarî ücrete yapmayı düşündüğü zam oranları ise yüzde 20 civarındadır. Bu, yeni asgarî ücretin daha açıklanır açıklanmaz açlık sınırının altında kalacağı anlamına gelmektedir.
Öldük bittik diyen tekstil patronları, yaklaşık 100 bin yeni işçi çıkarmayı düşünürken 2026 cirolarını artırmayı hedefliyor. MESS sözleşmelerinin başladığı metal sektöründe, bir otomotiv işçisinin patronlara kazancı aylık 1 milyon lira civarındadır. Tokat’ta işçilerin aylardır maaşlarını ödemeyen patronlar Mısır’da fabrika kuruyor, enerji ihalelerine giriyor. Eylül ayında en az 206 işçi iş cinayetlerinde öldü. Çocuk işçiliği giderek artıyor. 65 yaş üstü istihdam artarken, devleti yönetenler emekli yaşının yükseltilmesinden, emekli maaşlarının devletin sırtında yük olmasından bahsediyorlar. Şatafatları ve servetleri arttıkça yalanları da artıyor.
Birleşik Emek Cephesinde mücadeleye!
Diğer taraftan, direnişler sürüyor. TPI işçileri, Şık Makas işçileri, Özel Öğretmenler Sendikası, Migros depo işçileri, Digel Tekstil işçileri, Temel Conta işçileri ve daha birçok yerde irili ufaklı işçi direnişleri sürüyor, biri bitip biri başlıyor. Kadınlar direniyorlar. Gençler geleceklerine sahip çıkmak için direniyorlar. Kentlerde, köylerde insanlar yaşam alanlarına, evlerine, topraklarına, ağacına, suyuna sahip çıkmak için direniyorlar. Her direniş kısmi de olsa bir kazanım getiriyor. Ama bize gerekli olan merkezî ve örgütlü bir direniştir. Bunun yolu Birleşik Emek Cephesinde birleşmektir. Böylesi bir cephe, yerel bir direnişin diğer tüm toplum kesimleri tarafından sahiplenilmesi anlamına gelir. Tek başıma ne yapabilirim sorusunu yalnız olmadığını göstererek cevaplar. Örneğin, MESS sözleşmeleri sürecinde, metal işçisinin kazanması demek bütün işçi sınıfının kazanması demek olacaktır. Burada ilan edilecek bir grevin Saray Rejimi tarafından yasaklanacağı bellidir. Buna karşı bugünden dayanışma grevi için hazırlanmak, genel grevin hazırlıklarını yapmak öncü işçilere düşen görevdir.
Yaklaşan asgarî ücret görüşmelerine işçi sınıfının dâhil olmasının tek yolu, komisyonun toplantı yapacağı gün başta toplantı salonunun önü olmak üzere tüm yurtta mitingler düzenlemek, işçi sınıfının taleplerini haykırmaktır. Var olmanın yolu eylemdir. Eylemsiz ne ahlâk olur ne kazanım.
Yaklaşan kış sıcak geçecek gibidir. Savaş tamtamları daha yakından duyuluyor. Açlık ve yoksulluk dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Yozlaşma, çürüme toplumu esir almak istiyor. İnsan kalmanın yolu buna karşı koymak, direnmektir. Yapmak isteyen yolunu, yapmak istemeyen bahanesini bulurmuş. Gel, birlikte yapalım işçi kardeşim.