Merhabalar, size fabrikada çalıştığım 1 buçuk aylık süreçteki deneyimlerimi anlatacağım. Çalıştığım iş yeri; İstanbul Ataşehir’de bulunan iki katlı, dışardan bakılınca harabeye benzeyen demir saclarla kaplı küçük bir fabrika. Jeneratör kabini ve elektrik panosu gibi metal ürünler üreten, 45 kişinin çalıştığı ve çoğunluğun göçmenlerden oluştuğu bir yerdi. Bende montaj bölümünde Türkmen, Afgan, Arap göçmenlerle birlikte çalışıyordum. Çalışma saatleri sabah 8.30 ile akşam 6; mesai olduğu günlerde ise akşam 9’a kadar sürüyordu. Göçmen işçiler normal günlerde 12 saat, mesai olduğunda ise 14 saat çalışmak zorunda kalıyordu.
İşe başlayacağım gün heyecandan sabah 5 buçukta uyandım. İlk günden geç kalmamak için hızlıca hazırlanıp apar topar evden çıktım. Yolda giderken “fabrika disiplinine” adapte olabilmek için kendime telkinlerde bulunuyordum. 1 buçuk saat süren yolculuk nihayet bitmiş ve fabrikanın kapısının önünde, sigaramdan son bir nefes alarak girdim içeri. Elbiselerimi değiştirip, yemekhanede çay içip işçilerle tanışırken “hadi beyler” sesiyle iş başlamış oldu.
Montaj bölümünde tecrübesiz olduğum için; montajın başladığı ilk banta geçip parçaları balilamakla başladım. Kabini oluşturan bütün metal parçalar aşağı katta kesilip, biçilip, boyandıktan sonra üst kattaki montaj yerine gelirdi. Burada biz de önce yalıtım için parçalara bali döküp yalıtım için kullanılan süngeri yapıştırıp, bazı parçalara ise menteşe, kapı kilidi ve perçin takıyorduk. Daha sonra diğer işçiler kabin iskeletini birleştirmeye başlayıp; sırasıyla tek tek bütün parçaları takıp, kontrol ve düzeni sağlandıktan sonra temizlenip, streçlenip bitirilirdi.
“Sürekli vida sıktığım için parmak izimin silindiğini düşündüm!”
Her gün aynı saatlerde, aynı dakiklikte, aynı işi yapmak gerçekten çok zorlayıcı. Bütün iş süreci birbirine bağlı; aynı tempoda ve mükemmellikte işlemesi gerekiyor. Birinin yavaşlaması ya da hata yapması bütün süreci tıkayabiliyor. O yüzden sadece işe konsantre olmak gerekiyor. Her gün aynı metal levhayı görmek yetmiyormuş gibi bir de iş saatleri boyunca onu düşünmek de gerekiyor. İş dışında başka düşüncelere dalındığı an iş yavaşlıyor ya da hata yapılıyor. Bu yüzden fabrikada düşünmeye yer yok. Fişi takıldığında çalışmaya başlayan makine gibi işin gücün sadece üretmek oluyor. Sohbet yok, gülmek yok, düşünmek yok sadece vida sık, bali dök, ya da perçin tak. Hatta bu konuda çok komik bir hikayem var. Fabrikada mesai saatleri yanlış yazılıyor diye parmak okutma cihazı alındı. Her birimizin iki farklı parmak izi kaydedildi. Sabah ve akşam cihaza iki kere parmak izi okutuyorduk. Tabi ben iki kere okutmamız gerektiğini bilmiyordum. İki gün boyunca önce sol baş parmağımı okutup, kayıt onaylanmadığı için sağ baş parmağı okutuyordum. Sol parmağı okumamasının sebebini de sürekli vida sıktığım için parmak izimin silindiğine inanıyordum. Gerçekten sürekli vida sıktığım için parmak izimin silindiğini düşündüm! Ama işin aslı birincide kayıt alıyor, ikinci okumada onaylıyormuş.
“Bant başına geçtiğin an başlıyor makineleşme”
Aslında bu sistemde; işleyen makinenin dişlileridir işçilerin hayatları. Fabrika denilen dört duvar arasında, bant başına geçtiğin an başlıyor makineleşme. Sen makineyi değil, makine yönetiyor seni, hem de bütün yaşamını. Tabi beraberinde yabancılaşma da başlıyor. Fabrikada bir işçiyle bu konudaki sohbetimizi anlatmak isterim. 8 yıldır bu sektörde çalışan S. abiyle “acaba patron ayda ne kadar kazanıyor” diye sohbet ediyorduk. Ben, ısrarla patronun bütün kazancını bizim emeğimizle kazandığını ve ürettiğimiz ürünlerin aslında bizim olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Ama S. Abi ürünlerin hepsinin patronun olduğunu, çünkü patronun kendi parasıyla satın aldığını ve bizim ise sadece ürettiğimizi söylüyordu. Ben de konuyu daha genel çerçevede ve matematiksel hesaplamalarla anlatmaya başlayınca, S. Abi “Evet haklısın bunlar patronun değil, her şey Allah’ındır” dedi. Kısa bir şok içerisinde anlattıklarımdan nasıl bu sonuca çıktı diye düşündükten sonra “Abi bizim ürettiklerimiz patronun oluyor, Allah’ın oluyor da, neden işçilerin olmuyor? Bak vallahi her şey bizim ya” deyince gülmeye başladık. Daha gülmemiz bitmeden “hadi beyler” sözüyle molanın bittiğinin farkına vardık. Ve hep beraber tekrardan ürettiğimiz ürünlere yabancılaşarak; patronun daha fazla kar elde etmesi için başladık üretmeye. Kimimiz bilerek, kimimiz de bilmeyerek.
‘Çoğunluğu Afgan, Türkmen, Özbek, Arap işçiler çalışıyor”
Fabrikada kısa süre çalışmış olsam da; birçok deneyim yaşama fırsatım oldu. Bizim fabrikada çoğunluğun göçmen işçilerden oluştuğunu söylemiştim. Montaj bölümünde Afgan, Türkmen, Özbek ve Arap işçiler çalışıyor. İşe başladığım ilk zamanlarda bana karşı mesafeli davranıyorlardı. Onlarla sıkı bir ilişki geliştirmek için çok uğraştım. İlk zamanlarda işçilerin kendi aralarında ‘günaydın’, ‘nasılsın’ gibi hal hatır sorma durumunun olmadığını fark ettim. Israrla her gün neredeyse hepsine günaydın, nasılsın, diye sordum. Başlarda sadece yanıt alırken, daha sonra artık bana ve diğerlerine de sorma alışkanlığı gelişti. Aslında çok temel günlük konuşma başlangıcı sayılan ifadelerin olmadığı bir tablodan bahsediyorum. Günün neredeyse tamamını birlikte geçirdikleri için herhalde, hal hatır sormayı es geçiyorlardı. Benim bu konudaki ısrarım ve özellikle göçmenlerin dillerini öğrenme istediğim onları çok etkiledi. Bir ya da iki kelime bile olsa onların dilinde konuşmam çok hoşlarına gitti. Tabi Peştuca, Türkmence, Arapça, Özbekçe, gibi farklı diller olduğu için; ben de ancak bir iki kelime öğrenebildim. Ama bu bile bana olan bakışlarını değiştirip, yakınlaştırmaya yetti.
“Niye hiç küfür etmiyorsun!”
Yeni gelen herkes gözlemlenir; hem patronlar tarafından hem de işçiler tarafından. Yoğun bir çalışma ortamında ve neredeyse günün 3’te 2’si kadar bir zaman birlikte geçirildiği için; kolayca tepkiler ve davranışlar öğrenilir. Mesela bir işçi arkadaş durduk yere bana direkt “Niye hiç küfür etmiyorsun!” diye sormuştu. Gerçekten çok şaşırmıştım. Niye böyle bir şeye dikkat etmişti? Ben de şaşkınlık içinde “küfür etmeyi sevmiyorum” diyebilmiştim.
‘Ortaklaştıkça hepimizin işçi kimliği ortaya çıkıyordu’
Zaman geçtikçe ve birlikte aynı ortamda-kölece çalışma koşullarında- çalışınca, aynı yemekhanede yemek yiyip, çay sırasına birlikte girince tüm ön yargılar kırılıyordu. Molalardaki sohbet konularımız; her birimizin ülkesine dair kültürel, ekonomik, siyasi yapıları; yaşamlarımız ve ailelerimiz oluyordu. Bu konuşmalar artıp, ortaklaştıkça aslında hepimizin işçi kimliği ortaya çıkıyordu. Her birimiz dünyanın farklı bir yerindeki ezilmişler olarak bu fabrikada buluşmuş ve farklı bir şekilde ezilmeye, sömürülmeye devam ediliyorduk. Kimimiz savaştan kaçıp hayatta kalabilmek, kimimiz memleketteki aileye para gönderebilmek, kimimiz daha iyi bir yaşam için gelmiştik buraya. Herkes hayatta kalmaya çalışıyordu. Herkesin farklı hikayesi ama aynı yaşamı vardı. Öyle hayatlar ki mesela; çocuğu için yaşayıp 8 yıldır çocuğunu görememek. Büyüdüğünü, ağladığını, güldüğünü görememek; ya da hiç birinin bütün hayatları boyunca hiç sinemaya gidememiş, hiç kitap okuyamamış, hiç tatile çıkamamış olması. Yine bu konudaki yaşadığım iki anıyı anlatmak istiyorum.
“Ahh keşke senin yaşında olsaydım!”
Genç bir işçiyle hayaller üzerine konuşurken; hayalinin ne olduğunu sordum. O da başladı anlatmaya. Haftanın beş günü, en fazla 8 saat çalışıp, yılda bir kere tatile çıkabileceği ve aldığı maaşın ailesine yetebileceği bir iş hayali olduğunu söyledi. Ben de hüzünle bu hayalinin 100 yıl önce Sovyetlerin dünya işçi sınıfına kazandırdığı bir haktı, dedim. Ne acı ki; 100 yıl önce kazandığımız haklar bugün hayal olarak önümüze çıkıyor. Bir diğer anım ise yine S. Abi ile yaptığımız sohbet arasında geçen diyalog. Başlangıcını tam hatırlamıyorum. Ama çok yorulduğum için sitem ederken S. Abi bana dönüp “Ne yorulması, sen gençsin, ahh keşke senin yaşında olsaydım” dedi. Ben de “Ne olacaktı benim yaşımda olsaydın? Yine burada çalışıyor olacaktın” deyince o da “Evet haklısın yine çalışıyor olacaktım. Zaten çocukluğumdan beri çalışıyorum” dedi gülerek. Evet, gençliğinde anne babasına bakmak için; bugün de çocuklarına daha iyi bir gelecek bırakabilmek için çalışıyor. Babası da ona iyi bir gelecek sunabilmek için bütün hayatı boyunca çalışmıştı, dedesi de, dedesinin babası da…
‘Başka bir dünya, başka bir yaşam…’
Değişen tek şey akıp giden zaman mı? Ya arada kaybolan yaşamlar, onlar ne olacak? Geriye dönüp değiştirme şansımız yok. Ama yarınlar var. Başka bir dünya, başka bir yaşam var. Üretenlerin yönettiği, kâr için değil toplum için üretimin yapıldığı, hayatta kalmak için değil yaşamak için yaşanılan bir dünyadan bahsediyorum. Öyle bir dünya ki; bütün işimiz gücümüz yaşamak olacak. Öyle bir dünya ki; mesela beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel ve en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.
‘İnsanca onurlu bir yaşam mı… O yaşam senin ellerinde!’
Yani kısacası şöyle bir dünya; sınıfsız, sınırsız, özgür ve ortakça yaşamın olduğu, insanlık tarihinin başlayacağı bir dünya.
Çocuklarına iyi bir gelecek mi bırakmak istiyorsun? Bu dünyayı yaratmak için mücadele etmek dışında başka bir seçeneğin yok. Gerçekten samimi misin? Mücadeleye katılmak dışında bir çaren yok ve sen mücadele etmediğin sürece cehennemde yaşamaya devam edecek çocuklar, çocukların. Ve sen mücadele etmediğin sürece; mücadele etmek zorunda kalacak çocuklar, çocukların.
İnsanca onurlu bir yaşam mı istiyorsun? O yaşam senin ellerinde. Bugünden başlayarak ilmek ilmek, hep birlikte kurulacak. Ama önce farkına var. Senin bir yaşamın var; akıp giden, yağmalanan, sömürülen, talan edilen. Sahip çık yaşamına. Önce sen öğren yaşamayı. Çünkü yaşamayı öğrenen, yaşatmayı da öğrenir elbette.
Açlığı, yoksulluğu, aşağılanmayı, her türden ayrımcılığı bitirmek mi istiyorsun? O zaman sınıfsız bir dünya yaratmaktan için mücadele etmek dışında başka bir seçeneğin yok.
Savaşlara son vermek mi istiyorsun? O zaman hazırlanmalısın; bütün savaşları bitirecek son savaşa.
Unutma, ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya da dünyamıza inecek ölüm! Bu kadar net, bu kadar keskin, bu kadar gerçek. Gerçeği görebilmek güç, kabul etmek cesaret, değiştirmek irade ister.
Peki ama nasıl mı? Cevabı çok basit: “Merhaba ortaklar ben geldim” demekle başlayabilirsin!
İstanbul’dan devrimci sosyalist bir işçi