Sokak derken… M.Ender Öndeş

Son 27 kişi ile birlikte, 1 Mayıs 2024 tutuklamaları 77’ye yükseldi. Sanırım sadece bana değil, birçok kişiye bu tutuklama düzeyi ‘aşırı’ gelmiştir. ‘Aşırı’dan kastımı şöyle açıklayayım: İstanbul’daki sol camianın içinde olanlar ve toplumsal hareketleri izleyen deneyimli gazetecilerin kafasında öteden beri belli bir gözaltı/tutuklama oranı vardır. Yani biliriz, 40 kişi alınır, 5-6, bilemedin 10 kişi filan tutuklanır, vs… Bu oran hiçbir zaman yüzde yüz olmaz. Bu defa öyle olmadı ama. Ağır tutuklama yapılan birinci dalgayla da yetinmediler, ikinci dalgada ise (en azından benim hiç tanık olmadığım şekilde) 27’de 27 yaptılar.

Sanırım bize bir şey söylemek istiyorlar.

Biraz daha geriye gidelim ama. Bize söylenmek isteneni anlamak için bu gerekli bence.

10 Ekim Katliamı’nı yaşadık hepimiz. Korkunçtu. Çok korkunç olması istenmişti çünkü. 5 Haziran Amed patlamasından biraz daha farklıydı. (Bundan çok emin değilim tabii, orada da çok ağır bir vaka yaratmak istemiş, teknik beceriksizlikten ötürü tam yapamamış olabilirler.) Fakat 10 Ekim, muhtevası ve hedef kitlesi bakımından da farklıydı; katliam, deyim yerindeyse bu coğrafyadaki herkesi hedef almıştı. Teknik olarak ne kadarı plan dahilindeydi bilmiyorum ama Üsküdar HDP’den Adanalı demiryolculara, Malatya CHP gençliğinden İnşaat-İş kurucusu sevgili Serdar’a kadar herkese vurmak, memleketin her köşesine cenaze göndermek istedikleri kesin.

Büyük bir acıydı. Büyük bir acı olsun istediler. Çünkü o gün bize bir şey söylemek istiyorlardı. Suruç mesela daha spesifik olarak Kürtlere yaklaşanı vurma amacını taşıyordu ama 10 Ekim’in kapsamı daha da genişti. Genel olarak yine Kürtlerle dayanışmayı hedeflemekle birlikte Gezi belleğini de içeren toplumsal muhalefetin yükselişine de bir sınır çizmek istediler. Maalesef çizdiler de. Şimdi geriye dönüp bakıyorum, 90’ların başından itibaren tanık olduğumuz büyük Ankara mitinglerinin sonuncusu oldu 10 Ekim. KESK’in yükseliş döneminin meşru işleri, Tekel direnişi, 19 Aralık öncesinde yapılan cezaevi mitingleri, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun yapıp ettikleri, vb. Ankara siyasi tarihinin önemli işleriydi hep.

Şunu söylüyorum: 10 Ekim, -seçimler, 1 Mayıs, 1 Eylül, Newroz gibi rutinler hariç- büyük insan kitlelerinin bir araya getirildiği eylemler konusunda genel bir çekingenlik, bir temkinlilik yarattı. Bunu özel olarak kimseyi eleştirmek için söylemiyorum; biliyorum, bu çok hassas bir konu, birey olarak ben de çok gerildim, bugün bile hâlâ bir mitingde sağa sola kuşkuyla bakarım. Yani, sadece siyasal yapılar ve kitle örgütlerinin yöneticilerinde değil, genel olarak kitlelerde de bir güvenlik kaygısı yaşandı. Dediğim gibi, bu hassas konu. İçim titriyor yazarken. 100’den fazla insanımızı yitirdik, çok içimiz yandı. Bunun en az on katı insanımız da saniyelerle ya da metrelerle kurtuldu o gün ve bu, toplum olarak ağır bir travmaya yol açtı. Dolayısıyla, büyük kitlelerle yapılan işlerde insanları koruyamama kaygısı, anlaşılabilir bir kaygıydı. Ama öte yandan, sorun şurada: Zaten yapılanın amacı buydu. Eylem çapımıza (ve zihnimize) bir sınır çizmek istediler o gün. Okuyucuyu uyararak ilerleyeyim, tabii ki bütün bunlar benim kişisel gözlemlerim ve yanılıyor da olabilirim ama sanki o tarihten sonra hayatımızda (rutinler dışında) “basın açıklamaları” daha fazla rol oynamaya başladı gibi.

Sadece bu değil ama. Bu süreçten sonra, hayatımıza iki önemli mahkeme kararı da girdi; ikisi de önemliydi.

Gezi davasındaki abuk sabuk cezaların hukukunu filan tartışmak zaten gereksiz. Kararların mantalitesi de ayrı bir skandal. İlk günden beri Gezi Parkı’nda olan herkes, o görkemli ve karmaşık sürecin üç-beş kişinin ‘komplosu’ olmadığını gayet iyi biliyor. Küçümsediğim için söylemiyorum ama devasa bir isyanı biri şehir plancısı, diğeri mimar, bir başkası avukat, bir başkası ise belgeselci olan bir ekibin bir holding sahibi ile birlikte ateşleyip yürüttüğünü söylemek, zaten başlı başına saçma. Taksim Platformu tabii ki süreçte bir rol oynamıştır ama bu rol isyan çıkarıp yönetmek değildir. Platform, süreç boyunca kendi başına bir karar da almamış, (bence doğru bir yöntem izleyerek) yaptığı görüşmeleri Park’a aktarmış, bir dizi tartışma forumlarda yaşanmıştır.

Ama zaten işte sorun tam da bu. Ağır mahkûmiyet kararlarının esas amacı, şehir plancısı, mimar, avukat, belgeselci, yönetmen, holding sahibi gibi insanlardan oluşan bir ekip şahsında bir ibret vakası yaratmaktır. Gezi katılımcılarından sözgelimi bir Partizancıya, bir HDP’liye, bir Halk Cephesi üyesine ceza vermekten farklı bir şey bu. “Bana karşı bu düzeyde bir iş yapılırsa, sokaktakini vururum, tutuklarım ama sen bir platformla filan meselenin merkezinde yer alıyorsan, dahası hâlâ bunu savunup eğilip bükülmüyorsan, asıl seni doğduğuna pişman ederim!” Denilen budur. Bu, Mücella Abla’ya, sevgili Can Atalay’a değil, gelecekte bu tür bir durumda rol üstlenmek isteyecek herkese söylenmiştir ve Türkiye’deki bütün parti ve kitle örgütü yöneticilerine bir hiza çizilmiştir. Yabancı biri, bir isyandan ötürü bir şehir plancısının 18 yıla mahkûm edilmesini anlamaz; biz anlarız. Orada, bize “gerekirse bunu bile yaparım” denilmektedir; çok açık.

İkinci önemli dava sonucu ise, Kobanê idi. Oradaki söylenen şey çok daha doğrudan görünüyor: Kitleleri sokağa çağırmayacaksın! İktidarın özellikle Demirtaş-Yüksekdağ ikilisi ve HDP’nin diğer yöneticileriyle ilgili bir ucu 7 Haziran’a uzanan başka saplantıları tabii ki vardır ama asıl söylenen şey budur. Mümkünse hiç hareket etmeyin ama ediyorsanız da itişmeli kakışmalı basın açıklamalarının ötesine geçmeyin; serhıldan sözcüğünü de belleğinizden silin! Ve elbette bu da sadece Kürt demokratik hareketine değil, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin toplamına, şimdiki DEM parti yönetimine olduğu kadar bütün partilere ve sendikalara, vb. söylenmiştir.

Söylemeye çalıştığım şey, özetle şu: Kapsam bakımından da muhteva bakımından da elbette kıyaslanamaz belki ama mantalite bakımından Gezi cezaları, Kobanê davası ve 1 Mayıs’taki ucube tutuklamalar aynı maksadı taşıyor. Sokağın, açık çağrının, “kafa kafaya kapışma” tavrının sınırını çizmek, ne kadarına izin verileceğini tebliğ etmek. Gezi’de, Kobanê’de sokağa çağrıyı cezalandıran AKP yargısı, 1 Mayıs’ta da “önüne barikat kurduysak, bayrağını pankartını al, efendi efendi evine git” diyor.

Bütün bu mesajların tümüyle karşılıksız olduğunu söylemek ise maalesef mümkün değil.

Tam da burada ‘sokak’ kavramının ne anlama geldiği üzerine bir tartışmaya ihtiyacımız var sanki, değil mi? Epeydir karıştı çünkü bu mesele. Örneğin 6-8 Ekim sokaktır değil mi? Evet, bu net. Ünlü Zonguldak yürüyüşü var geçmişte ya da Tekel direnişi… Sonucu ne olursa olsun bunlar da sokaktır, böylesi durumlarda bir kuşku yok. Gezi’yi zaten konuşmaya bile gerek yok. Yerel seçim sonrasındaki Van eylemleri de öyle. Ama bana sorarsanız haklarını almak için şirketin AVM’deki mağazasını ‘ziyaret eden’ işçiler ya da Meclis kapısına dayanan özel okul öğretmenlerinin yaptığı da sokaktır. Yani meselenin büyüklükle küçüklükle ilgisi yok. Buna karşın, yine bana sorarsanız mesela, Kobanê kararı sonrası DEM’in yaptığı yürüyüş ve basın açıklamaları, olayın tarihsel çapı düşünüldüğünde ‘sokağa çıkma’ kavramına oturmuyor. Öyle anlaşılıyor ki, Van deneyimine rağmen DEM yönetiminin tercihi, halk hareketi değil, Amed, Van gibi yerlerde zaten her zaman yapılabilen yürüyüşler, açıklamalar olmuştur.

Yani, sorun kaç kişinin bir araya geldiği değil, ne yaptığıdır. Kadıköy İskele Meydanı’nda ‘Dörtlü’nün yaptığı eylemlerde de kaç kişinin bulunduğu önemli değildir; yapılan şey ve insanların oraya nasıl geldiği, nasıl bir ruh haliyle ayrıldığı önemlidir. En son gittiğim bir 1 Eylül mitinginde mesela, Kartal’ın o meşhur sıra sıra kafelerinde oturan eylemcilerin neredeyse alandakiler kadar olduğunu görmüşümdür! Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Tek başına yasallık da değil sorun. Spesifik bir hedefle, örneğin “Temmuz ayında asgari ücret artışı” gibi pek de ‘ihtilalci’ olmayan bir taleple, bir kampanya bağlamında irili ufaklı eylemleri art arda dizer, sonunda on binleri bir araya getirirsiniz; ya da sadece iş cinayetleri konusunda Ankara’da bildiğin izinli bir miting yapabilirsiniz, vb… Sorun yok. Bunlar sokaktır. Yani asıl sorun bizim kafamızdadır. Kafamızda herhangi bir X konusunu düşünürken “bir şey yapalım da sırayı savalım” mı diyorsunuz, yoksa “bu mesele mühimdir, her şeyi yapalım, sonuna kadar gidelim” mi diyoruz? Belki Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray uzlaşmasını beğenmeyenler vardır mesela, olabilir, ama o işin arkasında bütün zulümlere rağmen yıllar yılı gösterilen azim ve sebat vardır ve Cumartesi eylemi, bütün naifliğine rağmen ‘sokak’tır. Newroz son yıllarda resmi olarak izinlidir ama bir dakika! Birincisi o iznin arkasında izin olmasa da Newroz’dan vazgeçmeyecek bir azim ve irade vardır; ikincisi, bizzat Newroz temasının kendisi meşrudur, zaten izinsiz ve isyancıdır. Ya da mesela, ABD üniversitelerindeki öğrenciler polise molotof filan atmıyorlar, sürüklene sürüklene gözaltına alınırken tepki de vermiyorlar ama o eylem sokak eylemidir; çünkü ABD mantalitesindeki bir zinciri kırıyorlar.

Kısacası, karışık örneklerle kafa karıştırdığımın farkındayım ama burada sözünü ettiğim şey, herhangi bir eylemin kalabalıklığı, şiddeti, yasadışılığı değil, düzenin sınırlarına sığmayan bir zihnin ürünü olup olmadığıdır.

Aşırı iddialarda bulunma huyum yoktur; haddim de değildir. Ancak, ezcümle buraya kadar söylediklerimi özetlersem, ben, 10 Ekim’den Gezi ve Kobanê kararlarına kadar uzanan sürecin, muhalefet cephesindeki siyasal partiler, sendikalar ve demokratik kurumlar üzerinde belirli bir geriletici etki yarattığını düşünüyorum. Bu etkinin bir şekilde aşılmasının zamanının geldiğine de inanıyorum.

Bütün bu söylediklerime yanıt olarak “sırtında yumurta küfesi olmama” argümanının öne sürülmesi mümkündür. Anlarım bunu. “Yumurta küfesi” mühimdir tabii.

Sorun şurada ki, insan bazen yumurtaları düşünmekten yürümeyi unutabilir.

O da pek iyi bir şey değil sanki.

En azından bana öyle geliyor.

29/05/2024 Yeni Yaşam Gazetesi

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz