Türkiye büyük sermayesinin kurmay örgütü TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısı geçtiğimiz 16 Haziran günü yapıldı. Seçimin nihayetlenmesinin üzerinden yaklaşık üç hafta geçmişti. Büyük burjuvazinin ‘büyük sessizliği’ de böylelikle sona erdi. İlginçtir, alışılmışın dışında, tüm seçim süreci ve harareti boyunca dostlar alışverişte görsün muhtevasında bile bir açıklama yapmamış, iki tur arasındaki iki haftalık dönemde de sessizliklerini korumuşlardı. Sonucu gerçekten kestirilemeyen bir seçim öncesi ‘risk almamak’ yahut her iki kampla da önceden müzakere etmenin ‘huzuruyla’ neticeyi beklemek gibi spekülatif yorumlar yapılabilir. Bunların, tek tek ve birlikte, kısmen doğruluk payı da olabilir. Ama Türk sermaye sınıfının en gelişkin, en organize ve ‘kabiliyetli’ kesiminin sükût ısrarını yalnızca sandık ve netice beklemeye hapsetmek de haksızlık olur. Nitekim YİK toplantısındaki rütbeli konuşmaları, Türkiye kapitalizminde en yüksek hisseye sahip bu katmanın, kimin yöneteceğinden çok, nasıl yöneteceğine odaklandığını düşündürüyor. Belli ki bu noktada da iktisadi açmazların bir zorunlu istikamet yarattığını düşünüyorlar. Ekonomiyle siyaset arasında, Erdoğan şahsında ve ikincisi lehine defaatle bozulan rasyonalite dengesinin taşınamaz durumda olduğuna ve kim kazanırsa kazansın, ana hatları çoktan hazır olan bir reçeteyi uygulamak durumunda kalacağına dair bir egemen sınıf feraseti…
Tuncay Özilhan’ın konuşması, seçim sürecinde yaşanan onca badireye kısaca değinip geçti:
“(…) geçtiğimiz seçim döneminin, iktidarın ve muhalefetin sıkıntılarımızı çözmek ve ülkemizi ileri taşımak için önerdikleri programları yapıcı bir ortamda tartışarak geçirdiğimizi söyleyemeyiz.” Bu kadar. 2019 ve sonrasındaki politik eleştirileri çok daha tutkulu ve sertti. Bağlıyor ve hızlıca geçiyor: “Fakat seçimleri çok yüksek katılım oranlarıyla ve siyasi olgunlukla tamamladık. Toplumumuz bir kere daha seçme hakkı konusundaki hassasiyetini ortaya koydu.”
Hızlıca geçiyor çünkü sadede gelmek istiyor.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ı, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’i ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ı kutluyor, selamlıyor. Yeni ekonomi yönetimi ile ekonomik istikrar, ‘itibarı yüksek bir ekonomik program’, kilit kurumlara liyakatli atamalar, başta MB tüm kurumların, ‘esas görev tanımlarına uygun bir çalışma düzenine girmesini’ istiyor. “İçinde bulunduğumuz tablodan çıkış” için bunları şart koşuyor.
Sermaye sınıfının öteki katmanlarında da yüksek talepkarlık var. İhracatçıların, inşaatçıların, orta ölçeklilerin, farklılaşan, çeşitlenen talepleri; “yeni ekonomi yönetimi” terkibinin işaret ettiği yön ve büyük sermayenin neredeyse doktriner düzeydeki istikamet tayiniyle uyumlanabilecek mi, Erdoğan’ın ekonomi ve politika önceliklerine ilişkin öznel kalibrasyonu sürdürülebilir mi?
Örneğin Özilhan, “bazı kalemlerde tasarruf” diyor: “Özellikle üretim hamlesi açısından etkisi sınırlı, henüz planlama aşamasında olan, çevresel etkileri yüksek olabilecek projeler ertelenebilir.” Bu açık Kanal İstanbul göndermesinin peşine, “kamu ihalelerindeki haksız rekabeti” gündeme getiriyor. Türkiye’nin uluslararası kapitalist iş bölümündeki yeri için ‘üç ayaklı bir program’ bekliyor sermaye: Makroekonomik istikrar, yapısal reformlar ve hukuk devleti… Bir ara muhalefet ittifakında siyasal temsili aranmış restorasyonun, değişmeyen iktidar eliyle uygulanması talebi bu. Kimi durumlarda “imparator” burjuvazinin dolaysız çıkarlarının temsili için en uygun politik formun kişileşmiş bir olanağıdır. Türkiye kapitalizminin gelip dayandığı sınır boyunda, “Mehmet Şimşek ile bir süre idare edip sonra bildiğine dönmek” eski tesirinde olmayan bir ilaca dönüşebilir.
Tam bu koşullarda asgari ücret ve faiz-döviz konuşuyor ülke: Emeğin fiyatı ve doların fiyatı… Asgari ücret salı günü 11 bin 402 TL olarak açıklandı. Yıllık artış %100’ün üzerinde. Bu ücretin nesnel sefaleti ortada, ama Erdoğan’a siyasal bağlılığını sürdüren, özellikle Anadolu emekçileri için büyük hayal kırıklığı yarattığını söylemek de mümkün görünmüyor. Bugün ise paranın fiyatı için belirleyeci olacak faiz kararı açıklanıyor. Emeğin fiyatını, ücretleri derhal geriletebilecek bir kapitalist mecburiyet kapısı açılabilir.
Milyonlarca emekçiyi, son üç yıldaki piyasayı paraya boğma siyasetinden biraz olsun nasiplendirerek sağlanan politik rızanın takviyeye ihtiyacı var. “Kültürel çatışma” görünümü altında, emekçi sınıfların farklı katmanlarını birbirine karşı kışkırtma siyasetine burada bir kez daha görev yazılıyor.
Türkiye’nin son 20 yılına damga vuran, son yıllarda iyiden iyiye ivmelenen işçileşme, sermayenin yanı sıra emeğin saflarında da ‘yeni’ katmanlar oluşturuyor. 60’lı yıllardan beri öncülüğünü örgütlü kamu işçileri ile sanayi proletaryasının yaptığı işçi sınıfının saflarına, artık Anadolu’nun dört yanına serpilmekte olan OSB’lerin, çoğunlukla asgari ücretli, halen yarı kasabalı-köylü alışkanlıklarını sürdüren işçi bölükleri ekleniyor… Sermaye sözcülerinin “tasarruf” diyerek telkin ettikleri kemer sıkma tedbirleri bu bölüktekilerin de belini saracak. Devletin, “Bak senin inançların ve tercihlerin için” diyerek başkalarına vurmak için tuttuğu kırbaç da o bel sıkan kemerle aynı meşinden…
Bu sıkışmada, emekçi sınıfların saflarında, yapay yollarla ama somut sonuç alacak şekilde yaratılmış ayrımları doğrudan hedef alan, bunu aşacak stratejiler aramamız gerekecek. Shakespeare Venedik Taciri’nde, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan çıkış arayan kahramanı Bassanio’ya şöyle söyletiyordu:
“Okul günlerimde, attığım oku kaybedince,
İkincisini de aynı yere, aynı şekilde atar,
İlkini bulmak için bu kez yönünü dikkatle gözlerdim.
Böylece, ikisini de kaybetmeyi göze alıp ikisini de bulurdum.”
Türkiye’de işçi hareketinin politik deneyimi ve birikimi oklarını doğru yöne atarak kaybettiklerini de bulacak zenginliktedir; kaybetmekten korkmadan.