Bugünlerde emekçilerin durumunu anlatan bir söz şöyledir: “İyi haber henüz ölmedik. Kötü haber hala yaşıyoruz!” Gerçekten böyledir durum…
Verilerden yola çıkarak durumu anlamaya çalışalım. TÜİK, Ağustos ayında, 2022 yılının ikinci çeyreği için büyüme rakamlarını açıkladı. TÜİK’e göre Türkiye ekonomisi 2022’nin ikinci çeyreğinde yüzde 7,6 büyüdü.
Büyüme rakamları, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) tutarının ülke nüfusuna bölünmesiyle açıklanıyor. İkinci çeyrekte GSYH, cari fiyatlarla 3 trilyon 418 milyar 967 milyon lira olurken, ABD doları bazında 219 milyar 335 milyon olarak gerçekleşti. Bu tutar nüfusa bölününce çıkan rakam (kişi başına düşen milli gelir) 9.690 dolar hesaplandı!
Aldatmanın kuyruklusu! Çalışan emekçi nüfusun yüzde 60’ı asgari ücrete mahkûm iken ve en az her hanede 4 kişi var iken her biri 9.690 dolardan, haneye 38.400 dolar mı girmiş oluyor?
Kapitalist toplumda, kimin ne pay alacağı, üretim araçları karşısındaki konumuna göre belirlenen bir durumdur. Bölüşüm ilişkileri, mülkiyet ilişkileri tarafından belirlenir. Doğal olarak on milyarlarca lira kâr açıklayan şirketlerle işçi emekçilerin büyümesi farklıdır.
Bütün tartışmalı rakamlarına rağmen TÜİK’in işgücünün toplumsal zenginlikten aldığı pay hakkındaki rakamları gerçeği yine de çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
TÜİK, ekonomideki yüzde 7,6 büyümeye karşın, ikinci çeyrekte işgücüne/emeğe yapılan ödemelerin payının yüzde 25,4’e gerilediğini belirtiyor. Bu oran 2020 yılının 2. çeyreğinde yüzde 36,8’di. Böylece sadece iki yılda işgücü ödemelerinin payında 11,4 puanlık bir azalma yaşandı. Buna karşılık sermaye kazançlarının payı iki yılda 11,1 puanlık artışla yüzde 42,9’dan 54’e yükseldi. Bu, sermayeye büyük bir zenginlik aktarımı olarak okunmalı.
Sıkıcı olması pahasına biraz daha rakam verelim. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının 2. çeyreğinde işgücü ödemelerinin GSYH içindeki payı yüzde 29,2 idi. Aynı dönemde işgücü ödemesi yapılanların sayısı (işçi, memur) 10,6 milyondu. 2022 yılı 2. çeyrekte işgücü ödemesi yapılan kişi sayısı 21,6 milyona ulaşırken emeğin payı 25,4’e geriledi. İşgücü ödemesi yapılanların (ücretli emeğin) istihdamdaki payı 2002’de yüzde 49,7 iken bu pay 2022’de yüzde 70,2’ye çıkmış. Bir diğer ifadeyle yüzde 49,7’lik çalışan kesim 2002’de pastanın yüzde 29,2’sini elde ederken, istihdam içindeki payı yüzde 70,2’ye çıkan çalışanların 2022’de payı yüzde 24,5’e gerilemiş.
İşte size ölmediğine şükreden, yaşadığına pişman milyonların rakamsal gerçeği…
Ekmek yoksa umut verelim!
Bu zenginlik aktarımı; vergi afları, teşvikler, garantili projeler, kur korumalı mevduat hesabı vb. ile daha da katmerli hale geliyor. Sermayenin temsilcileri olarak saray rejimi ve avaneleri, aynı süreçte Hitler’in propaganda bakanı Göbels’e rahmet okutacak yalanlarla milyonların aklıyla alay etmeyi de sürdürüyorlar.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki, ekmek fiyatı üzerinden alım gücü kıyaslaması yaptı, “Ekmek 1 lira alamıyorsunuz ama ekmek 5 lira olmuş, çok rahat alabiliyorsunuz” dedi. Ancak asgari ücretli, bir önceki yıla göre 514 ekmek daha az alıyor.
Yalan söylemek Saray Rejimi için bir yönetim biçimi. Aklımızla dalga geçmekten de denilebilir. Bir Bakan; Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, büyük bir müjde olarak sunulan TOKİ’nin projelerinden ev almak isteyen asgari ücretli vatandaşa fazla mesai yapmayı ve eş dosttan borç para almayı önerdi. Ne zaman başlayacağı ne zaman biteceği belli olmayan, milyonlarca liraya sahip olunabilecek evler için söylendi bunlar. Umut fakirin ekmeği ne de olsa… Ekmek yoksa umut verelim! Vatandaşına ucuz ev müjdesi veren devlet, aynı anda Beykoz’da, Tozkoparan’da, Fetihtepe’de vatandaşın tapulu evlerini başına yıkmakla meşgul.
Direniş çizgisi gelişiyor
Saray rejiminin uykularını kaçıran, bir taraftan her türlü saldırıya karşı teslim alamadığı Kürt halkının direnişi, bir taraftan da Anadolu’da gelişen direniş çizgisidir. Emperyalistler arası paylaşım savaşının da etkisiyle çözülen bir rejim, tüm halka, bütün emekçilere karşı açıkça iç savaş hukuku uyguluyor.
Yaşananları hukuksuzluk olarak açıklamak, bir çeteler koalisyonu olan devleti ve saray rejimini aklama çabası değilse, devleti anlamamak olabilir. Alacakları için direnen işçileri, patronların malları çıkarabilmesi için ters kelepçeyle gözaltına almak başka nasıl açıklanabilir?
Her türlü davada, mahkemelerin bir silah gibi kullanılması da buna örnektir. Her devlet kurumu, her tarikat, siyasi partiler, birer mafyatik organizasyon olarak sahnededir. Hepsinin ortak noktası, rant- yağma-savaş ekonomisinden payını alırken, birbirleriyle rekabet edip, işçi ve emekçilerin mücadelesine, halkın taleplerine sıra geldiğinde düşmanca saldırmaktan geri durmamaktır.
Devletin saldırıları, sendika mafyasının ihaneti, medyanın karanlığı, dinin azgınca ve utanmazca kullanılışı, işçi sınıfının ve halkların derin örgütsüzlüğüne rağmen, direniş çizgisi kendini ortaya koyuyor, yeni yöntemler ve yollar arıyor ve buluyor. Bir kere, her saldırının direnişi karşısında bulduğunun altını çizelim.
Kadınların mücadelesi, büyüyor ve diğer kesimlere ilham veriyor. LGBTİ’ler saldırılar karşısında kabuğuna çekilmek yerine, bizde varız demeye devam ediyor. Ranta, yağmaya karşı her yerden direnişler gelişiyor. Gençlik, özgür üniversite, barınma hakları, için direniyor. Rantsal dönüşüm, karşısında direnen yurttaşları buluyor.
Direnişin itici gücü olarak işçi sınıfı, hem çeperini genişletiyor, hem de yeni yol ve yöntemlerle mücadeleyi büyütüyor. İş bırakma, grev, fiili olarak hayata geçiyor. Fabrika işgalleri, iş yerini terk etmeme eylemleri hem yayılıyor hem de kazandırıyor. Üretimi durdurarak fabrikaya kapanan Standart Profil işçileri taleplerini sökerek aldı. İnşaat işçileri, arkasına polisi, kaymakamı, valiyi alan inşaat şirketlerine taleplerini kabul ettirip küçük zaferler kazanıyor. Çarpıcı bir örnek olarak, İzmir’de TPİ işçileri, sendika şubesinin ihanetini de alt ederek istediklerini alıyor, hemen ardından şube yönetimini değiştiriyor. Özel okul öğretmenleri, Ankara’nın göbeğinde polis terörüne rağmen direniyor ve muhatap kabul ediliyor.
İşçi hareketinin temel eğilimi, daha radikal, daha militan eylemleri örgütlemek yönünde gelişiyor. Bunun önündeki en büyük engel, devlet ve sermaye sınıfının işçileri denetleme mekanizması haline gelmiş sendika mafyasının varlığıdır. ‘Sınıf örgütleri’ olarak bilinen DİSK ve KESK’in kendilerini var eden tarihe yabancılaşarak kapitalist sömürü çarkına entegre olmaları, aynı şekilde mücadelenin gelişimine ket vuran diğer engeldir.
Saray/sermaye sınıfı tüm ağırlığıyla işçi-emekçilerin üzerine çökmüşken, her ay 150 dolayında emekçi iş cinayetlerinde hayatını kaybederken, ülkede her direniş nüvesine iç savaş hukuku uygulanırken basın açıklaması vb. ile günü kurtarmaya çalışmak işçi sendikacılığı mıdır?
Bu sendikal anlayış ve devletin kontrolünde ki sendika mafyasının etkisi kırılmadan işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir.
Öncü işçiler görev başına!
Bugün deyim yerindeyse, iş başa düşmüştür. İşçi sınıfı, saray rejimini alt edecek tek güçtür. Bunun yolu örgütlenmekten, sokaktan geçer. Seçimler, egemenlerin halka sunduğu bir illüzyondan ibarettir. Her öncü işçinin, her dürüst sendikacının, kurtuluşun devrim ve sosyalizmden geçtiğini düşünen herkesin çabası, tüm direniş dinamiklerini bağrında toplayarak ortak mücadeleye seferber edecek bir Birleşik Emek Cephesinin örgütlenmesi yönünde olmalıdır.
Gücümüz hayatı yaratan bileklerimizde, kimsenin ekmeğinde gözü olmayan berrak aklımızdadır.
Bu karanlığın içinden aydınlık bir dünya hayaliyle çıkacağız; hep birlikte ve bir gün mutlaka!