Seçimler geride kaldı. 14 Mayıs’ta, Saray’dan gelen tebligatları onaylamak dışında işlevi kalmamış parlamentonun vekilleri, 28 Mayıs’ta kimine göre başkan, kimine göre cumhurbaşkanı olacak kişi seçildi.
Sahi gerçekten seçim mi yaptık? Halk sandığa gitti, bağımsız iradesiyle tercihini yaptı ve buna uygun bir sonuç mu çıktı? Hayır, bir kez daha; “Burjuva seçim sisteminde seçimi kimin yaptığı değil, oyları kimin saydığı önemlidir” saptamasına uygun olarak, “sonuç budur” denildi.
Sahnenin arkasındaki karar verici efendiler, at değiştirmedi. Erdoğan’lı Saray Rejimi ile yola devam kararı verdiler; nereye kadar gidilebilirse! Saray’ın çalma yeteneği ile burjuva muhalefetin kazanamamayı başarma becerisini de tablonun tamamlayıcısı olarak saymak gerekir!
Türkiye sömürgedir, AKP ABD projesidir!
Dünyada, yaşadığımız döneme damgasını vuran ana etken, emperyalistler arası paylaşım savaşıdır. Rusya ve Çin’i hedef tahtasına koyan ABD’nin, savaş makinası NATO eliyle büyütmeye çalıştığı bu savaş, bir taraftan Libya, Suriye, Ukrayna’da olduğu gibi sıcak biçimlerde sürerken, diğer taraftan, içeride ırkçı-milliyetçiliğin körüklenmesi, halklara ve işçi sınıfına yönelik saldırılar olarak gündeme geliyor.
Türkiye, bu paylaşım savaşının göbeğinde duran sömürge bir ülkedir.
Erdoğan’ın başında olduğu AKP, ABD’nin bölgemiz üzerindeki emperyalist emellerine uygun olarak örgütlendi, 2002’de iktidara taşındı.
ABD istihbaratının Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarından Graham Fuller, daha 2000 yılında açıklamıştı: “Türkiye’de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclise sokulacak”.
‘Olabilir’ değil, ‘olacak’ diyor. ‘Ilımlı sol’ ise CHP oluyor. Hem de ne ılımlı!
Ne yaptı AKP? İktidara taşındığından günümüze, emperyalist efendilerinin isteklerini, dünya pazarlarını ellerinde tutan uluslararası tekellerin ve ülke içindeki sermaye gruplarının isteği olan tüm politikaları ikirciksiz hayata geçirdi.
Tüm kamu işletmeleri özelleştirildi, haraç-mezat satıldı. Zaten çoğu örgütsüz olan işçi sınıfının önüne, örgütlenmeyi daha da zorlaştıran duvarlar örüldü, grevler yasaklandı, işçileri kontrol altında tutacak sendika mafyası güçlendirildi. İşçiler giderek daha fazla açlığa, sefalete itildi.
Savaş politikalarına fetihçi naralarla dahil olundu. ABD istedi, ‘kardeşim Esad’, bir günde ‘katil Esed’ oldu. İnsan başı kesen IŞİD, El Nusra vb. cihadçı çetelere kol kanat gerilerek ülke içine taşındı. Libya saldırısı İzmir’deki NATO üssünden koordine edildi vb.
Aynı süreçte büyük bir yağma-rant-soygun çarkı organize edildi. Şehirler, göğe uzanan beton yığınlarıyla nefes alınamaz hale getirildi. Dağlar, ormanlar, kıyılar şirketlere peşkeş çekildi. Ve tüm bu politikalar, başta Kürt halkı olmak üzere, işçi-emekçilere, direnen tüm kesimlere karşı bir iç savaş hukuku uygulanarak yürütüldü, halen yürütülüyor.
Tablonun özeti ‘maalesef’ şudur: Ülkemizde her seçim, aslında emperyalist efendiler tarafından seçilmiş olanların, halka onaylatılmasından ibarettir. Son seçimlerde yapılan da bu olmuştur.
Saray Rejimi seçimle gelmedi, seçimle gitmez!
“Her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek olmazdı” diyordu işçi sınıfının büyük ustası Karl Marks. Yani olup bitenlerin arka planını, asıl nedenlerini anlamadan görünene takılı kalmak yanıltıcı olabiliyor.
Son seçimlerle bir miktar daha anlaşılmış olmalı. Mesele, Erdoğan, ‘tek adam’ meselesi değildir. Erdoğan, 2015 Haziran seçimlerinden başlayarak her seçimi kaybetmiştir. CHP; Ekmelettin, İnce ‘vakaları’ ve son seçimlerde görüldüğü üzere her seçimde kitleleri sokaktan uzak tutmayı başarmış, Saray’ın tüm kanunsuzluklarını meşrulaştıran bir rol oynamıştır. Savaş tezkerelerine, dokunulmazlıkların kaldırılmasına, Kürt belediyelerine kayyum atanmasına onay vermesi de cabası…
Evet, AKP bir ABD projesidir ama ABD’nin amacı Erdoğan’ı zengin etmek, onun için bir sultanlık kurmak falan değildir. Kendi çıkarları için sahaya sürmüştür. Alman Stern dergisinin dediği gibi, Erdoğan bir kundakçıdır ve sahibi ABD’dir. Erdoğan ve ailesi, işin içine biraz hile katarak zengin olmayı başarmıştır, yalandan, çalmaktan başka ekstra bir marifeti yoktur.
Bir ‘marifet’ aranacaksa, rejimin bütününü anlamadan bulunmaz! Saray Rejimi, yağma-rant ve savaş politikalarına göre şekillenmiştir. CHP ve diğer burjuva muhalefet bu rejimin alternatifi değil bütünleyicisidir. İnanmayan programlarına bakabilir. Hepsi NATO’cudur. Hepsi, neoliberal ekonomiden yanadır. Hepsi, sermayeye biat etmiştir. Hepsinin derdi devletin bekasını korumaktır. Ve hepsinin korkulu rüyası, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak sahneye çıkması, kitlelerin sokağa çıkarak üzerlerine gelmesidir.
Emperyalist efendilerin dizayn ettiği bu rejim, Erdoğan, sandıktan çıkmadı, bu yolla da gitmeyecektir. Bu rejimi gönderecek olanlar, korktukları işçi-emekçilerin, halkların ortak mücadelesi/direnişi olacaktır.
Mücadele keskinleşecektir!
Dünyada da böyledir. Kapitalist krizin, savaş politikalarının faturasını ödemek istemeyen işçi-emekçiler dünyanın dört bir yanında sokaktadır. Fransa, İngiltere, Almanya ve daha bir çok ülke grevlerle sarsılıyor. Kavga sertleşerek büyüyor.
Bizde de olacaktır. Seçimler bitti ve seçim tantanası süresince geriye itilen gerçek gündemler tüm ağırlığıyla kendini hissettirecektir.
Ekonomi iflas noktasındadır. Para basarak, Tahtakaleden döviz toplayarak değirmen dönmez. Daha satılmadık bir şey kaldı mı, varsa o da yaraya merhem olmaz. Petro-dolar zengini arap şeyhleri de verdiklerini geri alabilecek güvence isteyecektir.
Açlık sınırı 12 bin, yoksulluk sınırı 35 bine dayandı. Tüm çalışanların yüzde 65’i asgari ücrete mahkûm edildi. Ortalama ev kirası büyük şehirlerde 8-10 bin lira. Bir kg süt 25 lira, bir ekmek olacak 8 lira. Ve dibi delik bütçeyi toparlamak için daha çok vergi, daha çok zam; velhasıl zorla dayatacakları acı reçete bizi bekliyor- ki zamlar yağmaya başladı.
Dayatılan bu esaret düzenine isyan etmek zorunluluktur. İşçi-emekçiler er ya da geç, ekmekleri için, onurları için, çocuklarının geleceği için bu sömürü çarkını kırmaya kalkışacaktır.
İşçi sınıfı devrimci siyasal bir güç değilse hiçtir!
İşçi sınıfı, nesnel bir gerçeklik olarak kapitalist sömürü düzeninin mezar kazıcısı güçtür. Ancak, kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlü, siyasal bir nitelik kazanmadan mezar kazıcı işlevini gerçekleştiremez.
İşçi sınıfı siyaset sahnesinde yoksa, kendini siyasi bir varlık olarak ortaya koyamıyorsa, onun yerine başkaları konuşur. İşçi sınıfının siyasi bir varlık olarak sahneye ağırlığını koyması, sınıf bilinci ile donanmış, devrimci bir işçi sınıfı haline gelmesiyle mümkündür.
Bunu sağlamak ise, bireysel bir iş değil örgütsel bir iştir. İşçi sınıfı, ancak gelişmiş devrimci bir işçi örgütünün saflarında kendi gerçek kimliğini bulabilir, sahneye bu örgütü sayesinde ağırlığını koyabilir.
Bugün birçok işçi örgütü var. Sendikalar, dernekler vb. Ama işçiler 12 Eylül’den bu yana devrimci sınıf siyasetinden kopuktur. Bu kopukluk işçileri burjuva partilerin kuyruğuna takılmaya, sendika mafyasına boyun eğmeye götürüyor. Bunun sonucu açlık, yoksulluk, sefalet oluyor. Bunun sonucu esarete varıyor.
Çıkış yolu direniştir!
Bu sömürü düzenini çarkı böyle dönüyor: Çalışıyoruz, üretiyoruz, bir avuç asalak yarattığımız zenginliğe el koyarak zevk-û safa içinde yaşıyor, bize kalan da kırıntılar oluyor. Modern ücretli kölelik düzeni budur.
Bugün insan olarak kalabilmenin yolu, direnmek olarak öne çıkıyor. Direniş, sadece hakkını almaya yaramıyor. Gücünü görmenin, kendine ve sınıf kardeşine güvenmenin, kavgadan öğrenmenin yolu da direnişten geçiyor.
İşçilerin hakları için giriştiği direnişler sürüyor. Biri bitmeden diğeri başlayan direnişler hem kazandırıyor hem de öğretiyor. Kuşkusuz, direnenler sadece işçi-emekçiler değil. İşçilerin yanı sıra kimliğine sahip çıkan Kürt halkı, kadınlar, gençler, yaşam alanlarına sahip çıkan halkın direnişi yıllardır devam ediyor. Eksik olan, bu direnişlerin birbirinden kopuk olması, bir potaya akmıyor olmasıdır.
Tüm direniş odaklarını ortak bir çatı altında toplayacak bir Birleşik Emek Cephesi örgütlenmesi bugünün yakıcı ihtiyacıdır.
Birleşerek, örgütlenerek kazanacağız!