Savaşlar sürekli tekrarlanıyor zira kapitalizm emperyalizm peydahlamadan, emperyalizm savaşsız, hegemonya düşmansız yapamaz. Kapitalizm vahşi rekabete dayanan, sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine ve eğilimine sahip bir sistemdir… Esasen biri yatay, diğeri dikey, ikili bir yayılma-genişleme seyri izliyor. Yatay yayılma, daha önce kapitalist üretim ilişkileriyle ‘tanışmamış’, prekapitalist ülkeleri, bölgeleri etkisi altına alma, dikey genişleme de halen kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda derinleşmedir…
Kapitalizm yatay genişlemenin sınırına ‘Birinci emperyalistler arası savaş (1914-1918) arifesinde ulaşmıştı. Yeryüzünün yüzde 84,4’ü birkaç sömürgeci-emperyalist devletin doğrudan veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş bulunuyordu. Fakat, 1917 Rusya’da Bolşevik Devrimiyle Rusya’nın, 1949”da da Maoist Devrim’le Çin’nin kapitalizmden kopmasıyla kapitalist dünya sisteminde bir gedik açılmıştı. 1970’lerde Çin’in yeniden kapitalizme meyletmesi, 1990’da da Sovyet sisteminin çökmesiyle yeryüzünün tamamı kapitalizmin etkinlik alanı haline geldi…
1980 sonrasında neoliberal gericiliğin dayatılması ve 1990’larda ‘küreselleşme’ denilenle artık dikey genişlemenin de tamamlandığını söyleyebiliriz… Artık birkaç küçük ülke hariç, yerküre kapitalizmin etkinlik alanı haline gelmiş bulunuyor… Yatay genişlemeye ‘biçimsel tahakküm’ (dominasyon formel); dikey genişlemeye de ‘reel tahakküm (dominasyon reel) deniyor…
Kapitalist dünya sistemi hiyerarşik, pramidal bir yapılanmadır. Pramidin (hiyerarşinin) tepesinde daima hegemonik bir kapitalist-emperyalist devlet bulunuyor. Onu ikinci, üçüncü derecedeki kapitalist-emperyalist devletler izliyor. Dünya ekonomisine ve siyasetine hegemonik devlet yön verir. XIX’uncu yüzyılda hegemonik güç İngiltere’ydi… Ona ‘güneşin batmadığı imparatorluk’ denirdi. XX’inci yüzyılın başında Almanya, ABD, Japonya, İngiliz hegemonyasını tehdit eder hale geldiler. Başka türlü söylersek, İngiliz hegemonyası göreli güç kaybına uğramıştı… Aslında bizde ‘Harb-i Umumî’, Batılıların ‘Grande Guerre’ (Büyük Savaş) dediği 1914-1918 emperyalistler arası savaş, yeni yetme emperyalist güçlerin verili küresel statükoya itirazının sonucuydu. Gerçi emperyalistler arası savaş 1918’de sonlandı ama ikinci emperyalistler arası savaşın (1939-1945) tohumlarını da ekerek… Zira, hesaplaşma bitmemişti… Aslında hiçbir zaman bitmez…
İkinci savaş arifesinde (1939) ABD ekonomisi depresyona girmişti, savaşın sonunda tartışmasız hegemonik bir güç haline geldi… O kadar ki, savaş sanayisi sayesinde bir başına dünya sanayi üretiminin yüzde 46’sını sağlıyordu… İkinci Dünya Savaşı Sovyetler Birliği için bitmişti ama ABD için bitmemişti… ABD’nin askeri (militer) sanayi kompleksinin çarklarının dönmesi gerekiyordu… Ve ABD 1949’da bir askeri saldırı paktı olan NATO’yu kurarak Soğuk Savaşı başlattı… Sovyetler Birliği’ni Varşova Paktı’nı (1955) kurmaya zorladı… Ondan sonra silahlanma yarışı hız kesmeyecek, ABD’nin savaş sanayii kompleksinin çarkları dönmeye devam edecekti…
ABD, izleyen dönemde bir dizi savaş peydahladı, yeni bağımsızlığa kavuşan ülkeleri darbeler, komplolar, siyasi cinayetlerle etkisizleştirdi. Eğer tarih sahnesine çıkıp, biz de varız diyen ülkeler doğal kaynaklarını, zenginliklerini kendi kalkınmaları, kendi refahları için kullanırlarsa, emperyalist merkezlere kaynak akışı aksardı ki, öyle bir şey emperyalizminin damarlarının kesilmesi demeye gelirdi, kabul edilebilir değildi…
1990’da Sovyetler Birliği dağıldı, Varşova Paktı lağvedildi… Hasım sahneden çekildiğine göre NATO’nun da lağvedilmesi gerekirdi ama tam tersine genişlemeye devam etti. 1990’da 16 olan üye sayısı bugün 30 ve yeni adaylar da sırada bekliyor… ABD düşmansız kalmıştı, oysa daha önce de söylediğim gibi hegemonya düşmansız yapamaz. Ne yapıp-edip bir ‘düşman’ peydahlamak gerekiyordu… Ve ‘İslâmî terörü’ keşfettiler… Uluslararası hukuku ve teamülleri yok sayarak, “insanî müdahale”, “koruma sorumluluğu” gibi uyduruk gerekçelerle bir çok ülkeye savaş açıp çökerttiler…
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin hemen ardından ABD, Irak’a 1991 ve 2003 de iki savaş açtı, 1999’da Sırbistan’a, 2001- 2002’de Afganistan’a Talibanı bahane ederek, 1992-93’de Somali’ye, 1995 Bosna’da şiddete başvurdu… 1996’da Haiti’yi işgal etmekle tehdit etti… Daha sonra sıra Libya’yı, Suriye’yi, Yemen’i, vb. çökertmeye gelecekti…
Şimdilerde Ukrayna’da sürmekte olan savaş, öncekilerin devamından başka bir şey değil. Aslında oradaki savaş da son tahlilde bir ‘vekalet savaşı’ asıl amaç da önce Rusya’yı, ardından da Çin’i etkisizleştirmek…
Fakat savaşın bir de pek göze çarpmayanı da var: Yaptırımlar… Yaptırımlar bir ülkenin insanlarını aç, susuz, ilaçsız bırakarak yapılan kitle katliamıdır… Irak’a uygulanan yaptırımlar sonucu 500 bin çocuk öldü…Toplam ölü sayısı 1,5 milyondu… ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Yemen’e yönelik yürüttükleri savaş ve yaptırımlar sonucu yüzbinlerce kadın ve çocuk açlıktan ve hastalıktan öldü… İnsanları aç ve susuz bırakarak, evlerini-barklarını yıkarak, yakın tarihin en büyük açlığına neden oldular…
Dünya Sağlık Örgütü, 1 milyondan fazla insanın koleraya yakalandığını ileri sürüyor, yüzbinlerce çocuk da ölümle cebelleşiyor… Yaptırımların daha az para ve silah kullanarak daha çok insanı öldürmeyi mümkün kıldığı için ‘tercih sebebi’ olduğu da söyleniyor… Tam da kapitalizmin bir gereği, ‘Uygar Batı’nın seceresine uygun olarak… İyi de şu “Batı Medeniyeti”, “Muasır Medeniyet”, “Uygar Dünya” denilip, yere göğe konmayan hakkında biraz düşünmek, kafa yormak, alışılmışın dışına çıkmak gerekmiyor mu? Soru sormaya daha ne zaman başlanacak? Esasen, yaptırımlar da bombardımanlar gibi bir kollektif cezalandırma öldürme, katletme yöntemi! Halebi, Rakka’yı, Musul’u, vb. bombalamakla aynı şey… Üstelik bombardımanlardan ve obüslerden daha çok insanı öldürebiliyor, üstelik sonuçları yıllarca devam ediyor…
İki siyaset bilimci, John Mueller ve Karl Mueller, Foreign Policy‘de yayınlanan bir yazıda, “yirminci yüzyılda yaptırımların, Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılan atom bombası ve Birinci emperyalistler arası savaşta kullanılan kimyasal silahlar da dahil, XX, yüzyıldaki tüm kitle katliamlarından daha çok insanın ölümüne neden olduğunu ileri sürüyorlar… Ve bunlara “ Kitle imha yaptırımları” denmesi gerektiğini söylüyorlar… (1) Öyle ya, Hiroşima ve Nagazaki vahşetinin uyandırdığı infial ve tepki, ekonomik yaptırımlar ve ticari ambargolar söz konusu olduğunda ortaya çıkmıyor… Bir hastaneyi bombalamakla, ilaç ve tıbbi araç sevkiyatını engellemek, tedaviyi imkânsız kılmak arasında ne fark var? Bir diyaliz makinasının ithalatının engellenmesi sonucu ölmekle, bombardıman sonucu ölüm arasında ne fark var?
Kapitalizm demek, yasal mafya demektir. Kapitalizm demek savaş demektir… Kapitalizm ve ulus devlet var oldukça, savaşlar ve kitle katliamlar da kaldığı yerden devam eder… Kapitalizmi, emperyalizmi yok sayarak, barıştan söz etmek kendini aldatmaktır… Radikal anti-kapitalist olmayan hiçbir barış hareketinin bir kıymet-i harbiyesi olamaz….
————————————————————————————————————————
(1) “Sanctions of mass destruction”, Foreign Affairs, May-June, 1999.