Afganistan veya ‘Şark cephesinde yeni bir sey yok’… – Fikret Başkaya

* “Amiral Arthur Cebrowski dünyayı ikiye böldü: Küreselleşmiş devletler ve diğerleri. İkinciler, sadece doğal zenginlik ve emek gücü deposu olmaya mahkumdur. 11 Eylül sonrası Pentagon’un görevi artık savaşları kazanmak değil, küreselleşmemiş bölgeleri devlet yapılarından yoksun bırakmak ve buralarda kaos yaratmaktır”.(1)

** “Katliam, kölelik ve yağma pahasına edinilen servetler, sermayeye dönüştürülmek üzere metropollere getiriliyordu”.

Karl Marx (2)

Batı’nın zenginliği dünyanın geri kalanının sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan süreç, sanayi devriminden sonra daha da hızlandı, hızı, yoğunluğu ve kapsayıcılığı arttı. Birinci Emperyalistler Arası Savaş (Harb-i Umumî- 1914-1918) arifesinde, yeryüzünün %84,4’ü birkaç sömürgeci-emperyalist devletin sömürgesi veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş bulunuyordu…

İkinci Emperyalistler Arası Savaş (1939-1945) sonrasında sömürge ve yarı-sömürge statüsüne indirgenmiş halklar ayağa kalktılar, bağımsızlıklarını kazandılar, artık bundan sonra biz de varız dediler. Yaklaşık beş yüz yıldır uzak tutuldukları sofraya dahil olma, doğal zenginliklerini kendi kalkınmaları için kullanma niyetlerini ilân ettiler. Samir Amin, Bandung Konferansı’yla başlayan bu döneme, Güneyin uyanışı (Réveil du Sud) diyecekti…

Fakat, emperyalist kamp öyle bir şeyi kabullenmeyecekti. Bağımsızlıklarını yeni kazanmış, o zamanlar ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’ denilenlerin kaynaklarını kendi kalkınmaları ve refahları için seferber etmeleri demek, emperyalistlerin damarının kesilmesi gibi bir şey olurdu… Zenginliklerinin neye dayandığı ortadayken, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin bu çıkışı kabul edilebilir değildi… Kalkınmacı Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin karizmatik liderleri siyasi cinayetler, askeri darbeler ve komplolarla etkisizleştirildiler. Ve söz konusu rejimler yeniden kompradorlaştırıldı… Katledilen veya bir şekilde iktidardan uzaklaştırılan Üçüncü Dünya’nın karizmatik liderlerinden bazıları: İran’da Musaddık, Mısır’da Cemal Abdül Nasır, Endonezya’da Ahmet Sukarno, Pakistan’da başbakanı Zülfikar Ali Butto ve kızı başbakan Benazir Butto (ki, her ikisi de Müslüman Kardeşler tarafından hunharca katledilmişlerdi), Kongo’da Patrice Lulumba, Guatemala’da Jaboca Arbenz Guzman, Brezilya’da Joao Goulart… Böylece, doğrudan sömürgeciliğin yerini, yeni sömürgecilik alıyordu…

Fakat, belirli bir eşik aşıldığında, ‘komprador rejimler’ işe yaramaz hale geldiler. Bu, emperyalizm destekli otokrasilerin işlevsizleşmesiydi. Yönetme- rıza üretme, kitleleri aldatma-oyalama yetenekleri aşınmıştı… Artık yöneticileri değiştirmek yeterli değildi. Sıra devletleri çökertmeye gelmişti. Ve başta ABD olmak üzere, emperyalistler ‘İslamcı terörü’ keşfettiler… Yeni dönemin sloganı da terörle savaştı… Fakat ‘terörle mücadele etmek’ için önce ‘teröristin’ ‘yaratılması’ gerekiyordu… Bağnaz Cihatçı-Selefî unsurlar eğitildi, donatıldı, silahlandırıldı, finanse edildi ve araziye sürüldü… El-Kaide denilen örgüt, tam bir İngiliz- ABD- Suudi Arabistan ve Pakistan ortak yapımıydı… Usame Bin Ladin, CIA tarafından keşfedilip sahaya sürülmüştü… Ona ait söylenen-bilinen her şey yalandı… Esasen bidayetten itibaren ‘terörle mücadele’ medya yalanlarına dayandırıldı… Amaç, devletleri çökertmek, toplumların dokusunu parçalamak, kendi ayakları üzerinde duramaz hale getirmekti. Afganistan’nın, Irak’ın, Libya’nın, Yemen’in, Suriye’nin ‘manzarası’ söylemek istediğimin iyi bir özetidir… Bu ülkelere demokrasi ve özgürlük götürme, halkı ‘diktatörün zulmünde koruma söyleminin ne demeye geldiğini çok iyi ifade ediyor… Malûm, haklar, özgürlükler ve demokrasi ihraç edilebilir değildir… Ancak mücadeleyle kazanılabilir…

ABD’nin Afganistan’ı işgali, asla terörle mücadele, Taliban’ı etkisizleştirme amaçlı değildi. ABD’nin jeostratejik, jeopolitik ve ekonomik çıkarlarının bir gereğiydi… ‘Büyük Orta-Doğu Projesi’ dahilinde gündeme gelmişti… Beyinleri medya yalanları tarafından dağlanmış kitleler, asıl amacın ne olduğundan habersizdi… Bugün de haberdar oldukları pek söylenemez… Birincisi, Afganistan savaşı 11 Eylül El-Kaide saldırısına bir cevap değildi… Savaş kararı önceden verilmişti ve ikincisi, bilinenin ve sanılanın aksine, El-Kaide ABD için bir tehdit değil, tam tersine onun emrinde bir ‘savaş aracıydı’… ABD oraya Sovyetler Birliği’ni etkisizleştirmek, rakiplerinin önünü almak, Hazar bölgesinin zengin petrol, doğal gaz ve maden zenginliğine el koymak için gitmişti… Taliban ve İslami terörle mücadele söylemi Amerikan çıkarlarının hizmetindeydi…

ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da ‘başarısız’ olduğu, ‘amacın hasıl olmadığı’ söyleniyor… Sonuç, ‘başarıdan’ neyin kastedildiğine bağlıdır… Eğer, insanlık düşmanı emperyalistlerin oralara özgürlük, demokrasi, insan hakları götürmek için gittiği sanılıyorsa, evet ‘başarısız oldular’… Oysa, bilinmesi gereken bir şey var: Emperyalistler özgürlüklerin ve demokrasinin yeminli düşmanlarıdır… En büyük korkuları kaynaklarını sömürdükleri, yağmaladıkları, talan ettikleri ülkelerde demokrasinin yeşermesidir… Demokrasinin yerleştiği bir ülkeyi sömürmek, itip-kakmak mümkün olmadığı için… Eğer, amaç, Amiral Arhtur Cebrowski’nin söylediğini yapmak idiyse, operasyon bir başarıdır… Oysa, söz konusu ülkeler çökertildi, toplumsal dokuları parçalandı ve bir kaos sarmalına hapsoldular…

Savaşın bir kazananı daha var: Amerikan silah sanayii… ABD oligarşisinin yayın organı New Yok Times’a göre 20 yıllık Afganistan savaşının ABD’ye maliyeti 2000 milyar dolarmış… Yılda 100 milyar dolar ki, bu Afganistan bütçesinin tam 20 katı… Pis savaşın görülmek istenmeyen yüzü de yüz kızartıcı: Afganistan nüfusunun yarıdan fazlası yoksullukla cebelleşiyor… Çocuk ölümleri rekor kırıyor ve yaşam beklentisi dünyanın en düşükleri arasında… Tabii yükselen şeyler de var: Savaş öncesinde esrar üretimi önemsiz boyutlara gerilemişti. Bugün dünya eroin üretiminin %80’i Afganistan’da gerçekleşiyor… Savaş bugüne kadar 5,5 milyon insanı ilticaya zorladı ve arkası da gelecek… “Resmî rakamlara” göre, 20 yıllık savaşta Afgan tarafında 47000 sivil, 66000 asker ve 51000 Taliban savaşçısı ölmüş. Emperyalist tarafta da 4000 Amerikan askeri, 1100 NATO askeri hayatını kaybetmiş… İşte size rejim değiştirme saplantısının insanî bilançosu…

ABD Afganistan’ı bir terör istasyonu haline getirdi. Afganistan İslam Emirliği bundan sonra ihtiyaç duyulan yerlere terörist ‘ihraç merkezi’ olacak… Lâkin durum umutsuz da sayılmaz. Baştan beri Afganistan’da ‘ilerici-laik-demokrat’ bir damar vardı, bugün de var… Afgan halkı direnme geleneği güçlü bir halktır.

Bundan sonra Türkiye’deki cihatçı unsurların hareket alanı genişleyecektir. Taliban darbesi sadece Türkiye’de değil, başka yerlerdeki cihatçıların da moralini yükseltmişe benziyor. Türkiye’deki dinci iktidarla Taliban arasında doku uyuşmazlığı yok ama Türkiye ile cihatçılar arasında bariz bir doku uyuşmazlığı olduğu kesin… Bu ülkenin demokrasiden, özgürlükten, kadın-erkek eşitliğinden, velhasıl aydınlıktan yana olan geniş kitleleri, vakitlice ve kararlı bir şekilde dinci gericiliğin karşısına dikilmelidir…

Velhasıl ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denmiştir…

*Amiral Arthur Cebrowski, Donald Rumsfeld’le ‘Kaos statejisinin’ mucidi… Aktaran Thiery Meyssan, voltairenet.org

**Capital. Tome I. s. 193.

Kaynakozguruniversite.org

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz