Dünya işçi sınıfının birlik dayanışma ve mücadele gün 1 Mayıs’a üç hafta, 14 Mayıs’ta yapılacağı açıklanan seçimlere ise beş hafta kala yazıldı bu satırlar.
Gündemi kaplayan ana konu seçimlerdir… Seçim sahnesi, sayılı günler kalmasına rağmen taraftarlara, kitlelere coşku ve heyecan katacak bilindik atmosferden hala uzaktır. Deprem, bir gerekçe olarak ifade edilse de görünen, daha çok ittifaklar içi ‘sıkıntılar’ ve ‘sahne arkasında akan trafiğin’ durulmamasıdır.
Erdoğan, deprem bölgesinde, İstanbul Bağcılar’da vb.
çocuklara para dağıtmakta, otobüsten oyuncak fırlatmaktadır. Katıldığı temel atma törenlerinde ya da gezilerde “Büyük şahlanışın eşiğindeyiz” mavalları okuyup bir
kez daha kendilerine oy verilmesini isterken, her fırsatta rakiplerini tehdit etmekten de geri durmamaktadır. Kendisinden beklenen de budur!
Burjuva muhalefetin aktörleri, zaten hiçbir şey yapmayıp hır-gür çıkarmadan bir arda dursalar ve olağanüstü bir ‘kaza’ yaşanmazsa, HDP’nin de destek vermesiyle Cumhurbaşkanlığını alabilecek durumdadırlar. Diğer yandan, biz işçi-emekçiler açısından bu ittifak bileşenlerinin tek tek sicilleri masaya yatırılsa, yaralarımıza merhem olacak çözümleri var mı diye bakılsa; geriye ezberlenmiş bir tekerlemeden başka bir şey kalmayacak: “Aman, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun!”
Bu tablo; kötünün iyisine razı olma hali, kendi kaderini, geleceğini, umutlarını efendilerin insafına havale etme çaresizliğinin ta kendisidir… Bu çaresizlik halidir bizi enkazlar altında bırakan. Depremlerde, sel baskınlarında, yangınlarda can verirken… İş cinayetlerine kurban giderken… Açlıkla, yoksullukla boğuşurken…
Oysa, yaşadıklarımız öğretmiş olmalıdır… Tüm yaşamımızı kuşatarak cendereye alan kapitalist sömürü düzeni, onun siyasi temsilcileri eliyle insandan yana bir sisteme dönüşmez. İnsana yaraşır bir yaşam, kimsenin kimseyi düşman göremeyeceği bir toplum, özgür ve eşit kardeşlik temeline dayalı yaşanabilir bir düzen ancak işçi-emekçilerin kendi elleriyle kurabileceği bir sistemle mümkündür; bunun adı sosyalizmdir.
Ve sosyalizm, yarının değil bugünün yaşamsal talebidir. Sadece bizim değil, dünya işçi-emekçilerinin, yoksul halklarının sıkıştırıldıkları cendereden biricik çıkış yoludur.
Seçimlerden devam edersek…
Bizce, tarihi belirlenmiş olsa da seçimin yapılacağının hala garantisi yoktur.
Seçim olacak mıdır? Olacaksa; normal seçim ortamında yüzde 20-25’i’ aşamayacak olan Saray Rejimi, bu sonucu tıpış-tıpış kabul edecek midir? Mesela, Hüda-Par, getireceği 200 bin oy için mi ittifaka dahil edildi? Bu Hizbullahçı yapı zaten AKP’nin/ devletin fiili ittifak idi. Kürt illerinde katledilen yüzlerce kişinin faili olan Hüda-Par’lıların yüzlercesi kayyum atanan HDP belediyelerine yerleştirildi. Para aktarılıyor, her türlü imkân sağlanıyor vb. Belli ki, oy için değil muhalefete silah göstermek için Cumhur ittifakına dahil edilmiştir.
Kürt illerinde Hüda-Par, asker- polis, diğer seçim alanlarında SA- DAT’tan Soylu-Ağar-Külünk çetelerine, Çakıcı’sından tarikat çetelerine ve YSK’sı, medyası, troll orduları ile sandıkları ‘iç’ etmek de dahil Saray devletinin bekâsı için her türlü koz kullanılacaktır.
Kritik konu, ‘sahne arkasındaki trafikte’ hangi yöne yeşil ışık yakılacağıdır.
Ne demek istiyoruz? Bazı hatırlatmalarla, örneklerle ifade etmeye çalışalım…
Öncelikle, Türkiye’nin sömürge bir ülke olduğu gerçeği unutulmamalıdır… Kapitalist tekellerin hakim olduğu dünya sistemi, emperyalist sömürgeci devletler ile onların hakimiyeti altındaki sömürgelerin bir bütünüdür. İşte sahne arkasında- kilerden kastettiğimiz, bu tekeller ve onların hakimiyetindeki emperyalist devletler ve elbette ülkedeki Koç, Sabancı, Ülker vb. büyük sermaye gruplarıdır.
Hatırlansın; Türkiye devletinin NATO’ya üyelik talebinin kapıları 1950’de Kore’ye asker göndermesiyle açılmış, 1952’de NATO üyeliği onaylanmıştır. NATO, emperyalist devletlerin savaş örgütüdür ve ağababası da halkların tescilli katili ABD’dir.
Daha başından sömürge bir ülke olan; SSCB’ye, komünizme karşı tampon bir devlet olarak şekillenen Türkiye’de, özellikle NATO’ya giriş ile birlikte ABD, siyasal yapıyı tamamen belirler hale gelirken, Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturan emperyalist devletler de ekonomik alanda belirleyici olmuştur. Yani bir tür ortaklaşa sömürge olarak bugüne kadar gelinmiştir.
İstisnasız, tüm hükümetler, kritik bazı bakanlıklar ve bürokratlar, ordunun başındaki kurmaylara kadar ABD onayı ile göreve getirilmiştir. Dolayısıyla, bize göre, seçim ancak, ABD’nin isteği ile ya da AB’nin, daha çok da Almanya ve Fransa’nın isteğine, bir nedenle ABD’nin olur demesi ile yapılabilir. Bize göre, ABD emir vermeden seçim yapılmaz.
Özetle diyebiliriz ki; ülkemizde her seçim, aslında efendiler (NATO, ABD) tarafından seçilmiş olanların, halka onaylatılmasından ibarettir.
Mesela, Erdoğan…
Kendisi ve partisinin ABD tarafından hazırlanıp “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Ilımlı İslam” siyasetinin bir ürünü olarak iktidara taşındığı kendi sözleriyle de tescillidir; “Ben BOP eşbaşkanlarından biriyim!” Amerikan istihbaratının Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarından Graham Fuller, daha 2000 yılında açıklamıştı: “Türkiye’de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclise sokulacak.”
‘Öngörüye’ bakar mısınız! Bu arada bizim bu sayfalarda CHP için ifade ettiğimiz; “Kontrollü muhalefet yapma ve muhalefeti kontrol altında tutma ile görevlilerdir” tespitini de hatırlayın lütfen…
Diğer bir örnek askerler olsun… 12 Eylül 1980 karşı devrim saldırısını hatırlayalım. Dönemin CIA Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a, “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti.
Onların bizim çocuklar dedikleri, bizim saf vatandaşlar olarak, ‘bizi kurtar’ diye medet umduklarımızdır maalesef; politikacısıyla, askeriyle, bürokratı ile vb…
Mesele, Erdoğan, tek adam meselesi değildir.
Evet, AKP bir ABD projesidir ama ABD’nin amacı Erdoğan’ı zengin etmek, onun için bir sultanlık kurmak falan değildir. Elbette kendi çıkarları için sahaya sürmüştür. Suriye, Irak, Libya politikaları TC devletinin politikaları değildir. Alman Stern dergisinin dediği gibi, Erdoğan bir kundakçıdır ve sahibi ABD’dir, eline meşaleyi tutuşturan odur. Erdoğan ve ailesi, işin içine biraz hile katarak, zengin olmayı başarmıştır, bundan başka Erdoğan’ın bir marifeti yoktur.
Dünya, üçüncü kez büyük bir emperyalist pazar paylaşım savaşının içine çekilmektedir. Savaşı körükleyen, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ‘Yeni Roma İmparatorluğu’ hayalleri kuran ABD’dir. Sömürgelerin yeniden paylaşımı söz konusudur. Bu saldırganlık bugüne dek Afganistan’da Irak’ta Libya’da, Suriye’de büyük yıkımlara neden olmuş, yüz- binlece insanın ölümüne, milyonlarca yuvanın dağılmasına yol açmıştır.
ABD, bu savaşta TC devletini bir tetikçi olarak kullanmaya karar vermiştir. Başkanlık sistemi dedikleri Saray Rejimi bu sürecin bir aşamasında devreye girmiştir. Tetikçiliğe uygun bir örgütlenme olarak vardır ve asla Erdoğan’ın buluşu değildir.
Bunun iyi anlaşılması gerekir. Birçok sol, sosyalist örgüt de dahil, söylenegelen; “Sultanizm”, “Tek adam diktatörlüğü”, “AKP-MHP faşizmi” gibi tanımlamalar, meseleyi son derece biçimsel bir tarzda ele
almak anlamına gelir. Bunlar doğru değerlendirmeler değildir. Evet, rejimin ırkçı-faşist-gerici karakterini ortaya koyar, ama gerçek karakterini örtme ihtimali olduğu da açık…
Biz, tüm bu gerçekler ışığında “seçim geliyor ve bunlar gidiyor” heyecanına kapılmadan süreci değerlendiriyoruz. Bu, belki de bizim ana gündemimizin seçim olmaması anlamına da geliyor.
Sürpriz sayılmayacak bir tahmin: Diyelim ki Saray, kaybedeceği netleşti ve seçime 5 kala, ‘sınır güvenliği’ bahanesiyle Suriye’deki Kürt güçlere yönelik daha kapsamlı bir saldırı başlattı, ‘savaş hali’ deyip seçimleri iptal etti! CHP, İYİ Parti vd. itiraz mı edecek? HDP, Kürt halkı, devrimci sosyalistler dışında sesini çıkaran olacak mı? Dahası, bu durum bize seçimlerin neyin seçimi olduğunu sorgulatacak mı?
…
Ham hayallere kapılarak seçimlere, burjuva partilere bel bağlamaktan kurtulmak zorundayız. Bizim için meselenin esası; işçi-emekçiler olarak, bu topraklar üzerinde yaşayan yoksul halklar olarak, bizi insan yerine bile koymayan bu çürümüş düzenle hesaplaşmayı başarabilmektir.
Ölümlerimizin, içine düşürüldüğümüz sefaletin, sıkıştırıldığımız cenderenin bizatihi müsebbibi olanlardan medet umarak bunu başaramayacağımız ortadadır.
Deprem sürecinde hep birlikte gördük. Yüzbinlerce canımızı enkaz altında ölsün diye seyrettiler adeta. İnsanlar günlerce “kurtarın” diye bağırdı, yardım istedi. Birçoğu donarak öldü. Ardından çadır, konserve, kan satan Kızılay gördük. Deprem yardımlarını İdlib’teki çetelere taşıyan SADAT, tarikatlara aktaran AFAD gördük. Ve tırnaklarıyla enkaz altından bir can kurtarmak için didinen, açılan büyük yaraya, acılara merhem olmak için seferber olan halka, gönüllülere, devrimci sosyalistlere parmak sallayan bu çürümüş rejimi gördük.
Seçimleri çok çok aşan bir savaş sürmektedir. Bu koşullarda, işçi sınıfının devrimci öncülere ihtiyacı vardır.
Cepheler son derece nettir. Biz devrimci sosyalistler, işçi sınıfının devrimci hattını hiçbir koşulda terk etmeyeceğiz.
Bu inanç ve kararlılıkla devrim ve sosyalizm bayrağını yükselterek 1 Mayıs’a!