Ekonomik ve siyasi iktidar sahiplerinin dillerinden düşürmediği “Aynı gemideyiz!” cümlesinin safsata olduğunu gösteren en bariz örneklerden biri işsizlik meselesidir.
İşsizlik; mülksüzleştirilmiş, üretim araçlarının sahipliğinden uzaklaştırılmış emeğinden başka geçim kaynağı olmayan geniş halk kesimleri için yaşamı sürdürecek gelirden yoksun olmak anlamına gelir. Dolayısıyla emekçi kesimler için işsizlik yaşamsal bir sorundur. Hele ki sosyal güvence mekanizmalarının olmadığı ya da zayıf olduğu koşullarda…
İşsizliğin toplumun büyük kesimi için yaşamsal bir “sorun” olması işsizliğin kapitalist sistem için de sorun olduğu anlamına gelmez. Aksine çalışanların birbiriyle rekabetini arttırıp, daha düşük ücret ve daha kötü çalışma koşullarına razı etmek için işsizlik, patronlar ve iktidarları tarafından “sorun” olmak bir yana “fırsat” olarak görülür! Öyle ki işsizlerin yani emek arzının (yedek işçi ordusu) yeterli görülmediği dönemlerde işçilerin haklarını sınırlandırmak için kırdan kente göç ya da yurt dışından göç (açık veya örtük biçimde) teşvik edilir. Daha açık bir ifade ile siyasi iktidarlar, işsizliğe çözüm arar(mış) gibi görünse de çalışanlar arasında rekabeti arttırarak ücretleri ve genel olarak emek maliyetini düşürmek gayesiyle işsizliği azaltmak bir yana artması için çabalarlar.
Erken sanayileşen ülkelerin 19. yüzyıl başlarından itibaren izlediği bu yönteme 1990’lardan bu yana ucuz emek gücü sayesinde küresel ekonomide kendine yer arayan Türkiye de sıkça başvurmuştur. Örneğin 90’larda köy boşaltmalar ve tarımın tasfiyesiyle kırdan kente büyük bir göç dalgasının önünün açılması da; aynı dönemde eski Doğu Bloku ülkelerinden düzensiz göçe göz yumularak emek arzının arttırılıp işsizliğin körüklenmesi de devletin bilgisi ve planı dahilindedir. Sonraki yıllarda da bu yaklaşım sürmüş; 2000’lerle birlikte Ortadoğu ve Afrika’dan Avrupa’ya geçiş için gelen (transit) göçmenlerin geçişleri engellenerek rızaları dışında Türkiye’de kalmaları, yine devlet marifetiyle gerçekleştirilmiştir.
İşsizliğin tek nedeni emek arzının artması değildir. Emek talebinin düşmesi de işsizliğe neden olur. Küreselleşme sürecinde üretimin, emeğin ucuz olduğu çevre ülkelere kaymasıyla birlikte merkez kapitalist ülkelerde emek talebinin azalması, işsizliğin en önemli nedenlerindendir. Türkiye, 80’lerin başında 12 Eylül darbesiyle işçi sınıfını baskılayarak ucuz emek üzerinden rekabette üstünlük sağlamayı amaçlamıştır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, Asya-Pasifik ülkelerinin 90’lar sonrasında kapitalizme ve küresel rekabete entegre olmasıyla bu plan çökmüştür. Bu süreçte izlenen savaş politikaları, yolsuzluklar, piyasalaşma ve özelleştirmeler “teknoloji yoğun üretim”e yatırımları engellediği gibi var olan üretim alanlarının tasfiyesine yol açmıştır. Öte yandan “daha az emek gücüyle daha fazla üretimi amaçlayan esnek çalışma düzeni”yle yaygınlaşan çalışma sürelerini uzatma uygulaması ve iş yoğunluğunu arttıran üretim-yönetim teknikleri, emek talebinin azalmasında önemli diğer bir etkendir.
Peki uyguladığı ekonomi politikalarıyla ve yedek işçi ordusunu artırmakla işsizliğe neden olan egemenler için işsizlik hiç mi sorun olmaz?
Sermaye ve onların iktidarı için işsizlik, iki nedenle sorun olabilir:
Birincisi kapitalizme alternatif oluşturacak güçlü bir rakibin olmasıdır. Bunun örneği Doğu Bloku’nun yarattığı tehditle, 29 krizi sonrasında ABD’de başlayan ve II. Dünya Savaşı sonrasından 1970’lere kadar kapitalist ülkelerin tümünde uygulanan Keynesyen politikalardır. Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından kapitalizm alternatifsiz kaldığı için bunun koşulları ortadan kalkmıştır.
İkincisi ise toplumun işsizlikten sistemi, siyasi iktidarı sorumlu görüp ona karşı örgütlü bir eylemliliğe geçmesidir. Bunu engellemek için iktidarlar sahip oldukları tüm ideolojik araçlarla (devletin istatistik kurumları, medya vs) gerçekleri toplumdan gizleyerek işsizliği görünmez hale getirme gayreti içine girer. Gerçekleri gizleme çabasının yetersiz kaldığı koşullarda ise elindeki tüm baskı araçlarını kullanarak, işsizliğin ortaya çıkacağı tepkileri etkisiz hale getirmeye çalışır. Bu bağlamda sendikal özgürlüklerden grev hakkına, düşünce ve ifade özgürlüğünden toplantı ve gösteri yürüyüşüne kadar tüm demokrasi ve insan haklarına dair temel ilkeler ortadan kaldırılır.
AKP, sermaye sınıfının sadık bir temsilcisi olarak iktidarda bulunduğu 18 yıl boyunca bir taraftan yedek işçi ordusunu arttırmak için büyük gayret sarf etmiş, diğer taraftan uyguladığı savaş siyaseti, özelleştirme ve piyasalaşma politikaları, yandaşları kollayan ve sermayeye kaynak aktarmaya dayanan ihaleleri, dindar ve kindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen eğitim sistemi ile üretken yatırımın zayıflamasına ve emek talebinin düşmesine sebep olmuştur. Ekonomik kriz ve krizi derinleştiren pandemiyle birlikte kapanan işyerleri de bunlara eklenince işsizliğin Türkiye tarihinde görülmemiş boyutlara yükselmesi kaçınılmazlar arasına girmiştir.
AKP politikalarının toplumun geniş kesimlerinin canını yakan somut sonuçlarını (işsizlik, enflasyon, yoksulluk vs) örtbas etmekle görevlendirilen TÜİK, yüz binlerce işyerinin kapandığı, milyonlarca kişinin işsiz kaldığı bir dönemde ısrarla işsizliğin düştüğünü iddia etmektedir. Fakat işsizliğin düştüğünü duyururken hem işsizlik yalanını açığa vuran hem de kapitalist sistem için esas problem olan emekçilerin istihdamdan ve iş aramaktan vazgeçtiklerini yansıtan işgücüne katılma oranındaki düşüşü saklayamamaktadır. İşsizliğin azaldığı yalanı da TÜİK’in diğer pek çok verisi gibi espiri konusu olmanın ötesine geçememektedir haliyle; zira sokaklarda yükselen yoksulluk/açlık çığlıkları ve intiharlar bu yalanı sahiplerinin suratına çarpmaktadır!
Toplumun içine sürüklendiği sefalet, tüm gizleme çabalarına rağmen gün yüzüne çıktıkça çok tanıdık bir paradoks da devreye girmekte yine: İktidar baskı aygıtlarını daha çok kullanmakta, demokrasiyi, insan haklarını, hukuku daha fazla ihlal etmektedir.
Sözün özü, egemenlerin; işsizlik, toplumsal mücadeleye dönüşüp kendileri için sorun haline gelmesin diye daha da otoriterleşmesi, bize işsizliğin sadece sermaye ve onların iktidarları ile emekçilerin aynı gemide olmadıklarını göstermekle kalmamakta; işsizliğin aslında bir demokrasi sorunu olduğunu da bütün çıplaklığıyla göstermektedir.