“Bu bölümde bir ay çalıştıktan sonra ağzınızdan burnunuzdan kan gelmeye başlıyor”

Merhaba… Ben İzmir/Aliağa’da çalışan bir geri dönüşüm işçisiyim. Çalıştığım fabrika, bakırın eritilip kurutulmasıyla asitli, kimyasal bir toz elde ediyor ve bu tozu hayvan yemlerinde ilaçlamada kullanmak üzere ithal ediyor. Size önce kısaca biz işçilerin burada ne iş yaptığımızı ve koşullarımızı anlatayım.

Öncelikle çalışma düzenimiz üç vardiyadan oluşuyor (08-16, 16-24, 24-08). Fabrikaya her gün tonlarca bakır gelir, biz önce o bakırların işe yaramayacak olan kısımlarını ayıklayıp kovalar ve karıştırıcılara aktarırız. Orada asitle ısıl işleme alınan bakırlardan elde edilen tozu da makinadan torbalara doldurup, paketler ve gönderilmeye hazır hale getiririz.

Bakırın ayıklandığı alan kışın buz gibi. Kapıyı kapatsak içerisi bakır tozu. Havalandırma çok zayıf ve maskelerimiz bildiğiniz toz maskesi. Karıştırıcı (reaktör) bölümü ise tam bir cehennem. Onu geçtim, reaktörle birebir ilgilenen arkadaşın her an asitli buharla bir yerlerini yakma tehlikesi var. Ben beş aydır buradayım, üç defa geçici yanıklara şahit oldum. Öncesinde yüzü komple yanan da olmuş ve tazminatsız çıkarmışlar insanları.

Paketleme bölümüyse çok daha yoğun toz altında -ki buradaki, toz bakırın tozundan çok daha tehlikeli ve yakıcı bir toz. Bu bölümde bir ay çalıştıktan sonra ağzınızdan burnunuzdan kan gelmeye başlıyor zaten. Bazı arkadaşlar yazın hanımlarının yastık kılıfı yıkamaktan usandıklarını anlatıyorlar. Yazın deriniz kabarıklıktan ve yaradan görünmüyormuş, şimdiden kanamalar, kabarmalar yaralar var bende de.

Evden kamera ile izleniyoruz’

Arada hava almaya çıkalım diyoruz; kapalı bir dinlenme yeriniz yok. Hava buz… 5 dakikada geri içeri kaçıyoruz. Bir de bunların üstüne vardiya amirleri ile üzerimize “daha fazla üretim” baskısı kuruluyor. Her gün trilyonlarca para kazanıyorlar ama doymuyorlar. Zaten o trilyonların içinden bir doğru düzgün maske parası ayırmamalarından da belli doymadıkları.

Havalandırmalar çalışmadığı gibi, makinaların toz kaçıran boruları bile bantla tutturuluyor. Zaten çıkan o tozları süpürüp kovalayarak geri reaktöre yüklüyoruz. Hatta eski müdürlerden biri içeriyi havalandırmak için kapı açan bir arkadaşa; “kapat kapat tozlar gidiyor, zarar ediyoruz” bile demiş zamanında. Göze girmiştir eminim. Çünkü fabrikanın her yeri kameralarla izleniyor. Moladan biraz geç dönsek, evden kamera ile izleyen müdür vardiya amirini uyarıyor.

Ne oluyor bu makinaya, hızlandı sanki”

Çalıştığımız dolum makinasını da evden telefonla kontrol edebiliyorlar. Biz çalışırken bazen iyice zorlanmaya başladığımızda; “ne oluyor bu makinaya, hızlandı sanki” diyorduk. Üretim hedefinin gerisine düştüğümüzde, müdür evden hızı artırıyormuş. Bunu sonradan öğrendik. Belki o yoğunlukta çoğu kez fark etmiyoruz da hızın arttığını. Sadece yetiştirmeye çalışıyoruz. Makinanın bir parçası oluyoruz. Bu makine ilk geldiğinde, daha az ses ve toz çıkaracağı, işimizin kolaylaşacağı söylendi bize. Böyle söylediklerinde anlamıştık bir pislik olduğunu. Çünkü hiçbir yeni makine işçinin çıkarına değildir. Tek amaç üretimi artırmaktır ki bu da bizim daha çok yorulmamız demek.

Devletin pisliği!”

Tabi ki maaşımız artmadan, ayrıca ses de, toz da iki katına çıktı. Maaşımız artmadan dedim ya; her yıl asgari ücrete yapılan zamma oranla, belli bir zam yapılır. Bu yıl o da yok, yani var da 90 lira dalga geçer gibi. Müdüre sorduğumuzda patronun cevabını söyledi bize. Cevap şu: “Devletin pisliğini biz temizleyemeyiz. Beğenmeyen, çalışmasın. Kapı orada!”

Şimdi “devletin pisliği” derken devletin çok zam yaptığını düşünüyor ve kendilerinin ona orantılı bir zam yapamayacaklarını mı kastediyor? Yoksa batan ekonomiyi kast ederek işçiyi sefaletten biz kurtaramayız mı demek istiyor? Orasını bilemem ama son söylediği çok açık.

Bizim de cevabımız bir o kadar net olmalı. Kademeli olarak iş yavaşlatmaya başlıyoruz, yan çizen arkadaşlarımız var tabi. Üç vardiya olmamız, her vardiyanın üretiminin bakır ve toz olarak iki ayrı bölümden oluşuyor olması sıkıntı yaratıyor. Net iki bölümde iş yavaşlatma olmazsa, iş yavaşlamıyor. Bir vardiyada, bu uyum sağlansa da yavaşlayan üretimin diğer vardiyalarda hızlanarak telafisinin yapılmaması gerekiyor.

Sadakat primi”

Peki, bu koşullarda çalışıp da nasıl itiraz edilmiyor? İlk defa burada görüyorum. “Sadakat primi” dedikleri bir şey var. 1000 TL fazladan para veriyorlar. Her ay haftalık izinler dışında, yani ayda dört günün dışında, raporlu da olsan bir gün bile işe gelmediğinde kesiyorlar primi. Ama bununla da kalmıyor, “şirket menfaatlerini ve üretimin verimliliğini” düşünerek hareket etmen gerekiyor. Buradaki “şirket menfaatlerinin” anlamı çok geniş. Kısaca, biz ne diyorsak yapacaksın, itiraz etmeyeceksin, hata yapmayacaksın demek. Yani diyelim malın yanlış çıkmasına sebep olacak bir hata mı yaptın, gitti 1000 TL. Yanlış bulduğun bir şeye karşı mı çıktın ya da molaları fazla mı uzattın, gitti… Yanlışı doğruyu patron bilir. Çünkü 1000 TL veriyor. Aslında her şeyi bahane edip kesebilirler bu parayı, çünkü “inisiyatif dahilinde” veriyorlar. Ne demek o? “Canım isterse” demek. Patrona sadık bir işçi olursan demek. Adı üstünde; “sadakat primi”…

Bildiğimiz maaşın adı da ‘liyakat pirim’ olmuş. Bu da aldığın paraya layık olacaksın ya da işini layıkıyla yerine getireceksin demek. Yemekhanenin duvarına da asmışlar bunları. İyi de arkadaş biz zaten emeğimizi satmıyor muyuz? Daha neyimiz var ki? Biraz daha fazla para için hangi değerlerimizi satacağız? Yetmedi mi artık, bıçak kemiği çoktan geçmedi mi?

Bizim de bir olma vaktimiz gelmedi mi?’

Bu pirim uygulamasını ilk burada görüyorum ama bizim gibi koşullarda çalışan daha birçok işçi arkadaşlar var, biliyorum. Hepsine, hepimize sesleniyorum. Aynı koşullarda çalıştırılıyoruz, çünkü bizi çalıştıranların kafaları bir. Onlar ortak bir akılla çalıştırıyorlar bizi. Birer makine parçası olarak görüyorlar, bozulursa değiştirebilecekleri bir makine parçası gibi. Trilyonları bizim sırtımızdan ceplerine indirirken bize bir maskeyi, düzgün bir havalandırma sistemini çok görüyorlar. Fazladan alacağımız üç beş kuruş ciğerlerimizi geri getirebilir mi? Ya da en tehlikeli ortamlarda hiçbir can güvenliğimiz ve sosyal yaşamınız olmadan çalışmamızın karşılığı asgari ücret mi? Ya da kaç para? Onlar bir düşündükleri için bizi bunlara razı edebiliyorlar. Razı edebilmek için bu kadar yol buluyorlar. Çünkü biliyorlar, biz razı olmazsak, biz olmazsak kendileri de var olamazlar.

Onlar biliyorlar, biz bilmiyoruz. Bizim de bilmemizin vakti gelmedi mi? Bizim de bir düşünmemizin, ortak hareket etmemizin vakti gelmedi mi?

İzmir Aliağa’dan bir İşçi Gazetesi okuru

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz