Çalıştığım inşaat şirketi, depremin olduğu gün ve sonrasında kendi işlerini aksatmayacak şekilde çalışmaya devam etti. Hatta demir siparişini hızlandırıp hemen aldık. Öyle ya, deprem bölgesinin bu ihtiyacı hemen tespit edilip giderilirse ve piyasada demir kalmazsa, ya da demir fiyatları çok yükselirse halimiz nice olurdu!
Depremin bizi sektör olarak nasıl, nerede etkileyeceğini hesaplamak ve ona göre önlem almak temel görevimiz oldu bu süreçte. Geç kalmadan tüm riskleri analiz edip tutum belirlemeliydik. Hangi koordinatör bu konuda hızlı davranırsa patronun gözüne girecekti. Bu bir kendini patrona pazarlama yöntemiydi beyaz yakalının. İnsani değerler mi, tabii ki üzülüyorduk canım, para yardımı da yaptık ayrıca!
Bu arada şirkette, “ne yapabiliriz” üzerine tartıştık ve üç mühendis hasar tespitine katılma kararı aldık. Durumu firma yetkililerine ilettik ve çok iç açıcı tepkiler almadan, aldığımız kararın sorumluluğuyla gittik Maraş’a. İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) üzerinden Bakanlığa bağlı gönüllü ve görevli personeller olarak…
Bakanlık, birçok ilden belediye personellerini bu iş için çoktan görevlendirmiş, İMO’ya bu yetki hayli geç verilmişti. Tabi, gönüllü olarak katılmayan, yeterli eğitim almadığı için bu işin nasıl yapılacağının çoğu personel tarafından bilinmediğine dair bir tespit çalışması da yapılmış bu süreçte. Ağır hasarlı binalara az hasarlı raporu verilmesinde bu bilmezliğin de önemli payı olduğunu düşünüyorum.
Deprem bölgesine görevlendirilerek gelmiş kişiler ile kısa sohbetlerimiz oldu. Bakanlık tarafından görevlendirildikleri gün apar topar gelmişler; ne kadar kalacakları, ne yapacakları açıklanmadan.
Sürekli gerçekleşen deprem ve artçı depremlerin sinirlerini gerdiğini de söylemek mümkün. Çünkü bizleri yerleştirdikleri bina 10 katlı ve depremler hala devam ediyor. Dolayısıyla, kimse binanın sağlamlığına da söylenen sözlere de inanmıyor.
Hepimizin bildiği ve birbirimize söylemekten çekinmediğimiz düşünce ve kaygılarımız özetle şöyle idi: “Bu bina yıkılsa ve hep birlikte ölsek, kimse bunu umursamaz. Kimse sorumluluk üstlenmez. Çıkar kanallara o sözde deprem bilimciler, riyakar politikacılar; ‘bir deprem daha beklemiyorduk, ‘ama büyük bir depremdi, bunu kimse kestiremezdi’ filan… Biz canımızdan olurduk, onlar böyle üstünü kapatırlardı.”
Yani herkesi huzursuz eden şey, orada dayanışma içinde birbirine destek olmak değil, güvensizliğin ta kendisiydi.
Güvensizlik! Artık çok normal bir durum değil mi?
İlk günden beridir, sesi enkaz altlarından duyulmasına rağmen izin almadığı için müdahale etmeyen AFAD… Çadırı halka dağıtmak yerine AHBAP’a satan Kızılay… Depremzedelere gönderilen kıyafetleri satan belediyeler… Yardım tırlarının yolunu kesen mafyalar… ‘İki deprem oldu’ diyerek deprem sorumluluğunu yine depremde bulan ‘deprem bilimciler’… Ve istifa etmeyen sorumlular! Bizi kendi elleriyle yerleştirdikleri binanın çökmesi durumundan mı sıyrılamayacaklar!
Bu yüzden binaya girmeden dışarıda kalan birçok görevli vardı ve en son 6,4’lük deprem ile binada kalanların büyük bir kısmı ertesi gün yoktu. İşlerini kaybetme pahasına gittiler mi yoksa çadırlara mı yerleştiler, bilmiyorum açıkçası.
Biz gittiğimizde merkez tespitleri bitmiş, köyler kalmıştı. Gittiğimiz ilk köyde köylünün en büyük korkusu kayaların devrilmesi konusuydu. O depremlerde devrilmemiş olmasına biz bile şaşırdık, çünkü dağ yamaçlarında, kayaların dibine evler yapılmış. Çünkü köyün coğrafi durumu böyle. Köy halkı evlerinin taşınmasını talep ediyor. Bu durum daha önce de ekiplerce gelinip tespit edilmiş. Bir önlem alınır mı takip edeceğiz biz de. Köy taşınır mı? Bu duruma bir çözüm bulunur mu? Yoksa bir sonraki depreme kadar beklenir mi?
Köy, bir Kürt-Alevi köyüydü ve tabii ki yolları da çok kötüydü. Birçok eve traktörler ile ulaşım sağladık. Ağır hasar alan çok az yapı vardı. Bunu tespit ettik ama bu tespit bir sonraki depremde yıkılmaz ya da kayalar evleri alıp götürmez tespiti değildi. Bunu köy halkına ilettik. Çözüm evlerde kalmamak ama 450 hanelik köyde sadece 4 çadır vardı.
Sonraki görev yerimiz olan köy Sünni inançlı halkın yaşadığı bir köydü. Her hanesinde bir çadır vardı neredeyse. Çok ağır hasarlı olan yapılar vardı, evlere geçmeyin demek zorunda kaldık çoğuna. Diğer köyden avantajları, evlerini yıkabilecek kayalar yoktu ve kalabilecek çadırları vardı. Bu normaldi, olması gerekendi. Ama diğer köyün suçu neydi? Kendi içimizde kaldı cevabı…
Diğer depremlerde olduğu gibi bu depremde de bir kez daha görmüş olduk insanların yardım çığlıkları ata ata öldüğünü… Depremde kaybolan çocukların, kadınların akıbetinin üstünün örtüldüğünü gördük… Her koşulda kendi çıkarına bakanları, her acıdan nemalananları, yaşamda da ölümde de ortak davranmayanları, deprem bölgesinde kahkahalar atanları, her türlü yolsuzluğun devlet eli ile önünün açıldığını gördük… Sözde bilim insanlarının “bu binalar tek depreme göre tasarlandı”, “çok büyük iki depremdi” diyerek sorumluları kolladığını, yardım adı altında toplanan bağışların, teşvik adı altında yandaş şirketlere geri verildiğini, bir çadır için 2 ödeme alan Kızılay’ın yine de çadırları halka vermemek için nasıl debelendiğini…
Ve yine gördük; dayanışmanın, ülke sınırlarını da aşarak can kurtardığını, canları kardeşleştirdiğini, örgütlü bir güç haline gelmesi durumunda dünyayı özgürleştirebileceğini…
Enkazlarında can vermeyeceğimiz, insanca yaşanabilir özgür bir dünya için örgütlenmeliyiz.