İşçi sınıfının başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, işçilerin hafızasının olmaması, bir diğeri ise, sınıf kininin olmamasıdır. Bu ikisinin tek sebebi de, sınıfın örgütsüz olmasıdır. Bunlar olmadığında işçilerin elinde ne varsa alırlar, vur ensesine al lokmasını hesabı.
1990’ lı yıllar, küreselleşme denilen yeni saldırı politikalarına sahne oldu. Sosyalizmin yenilgisi ile sonsuzluğunu ilan eden kapitalizm, işçi sınıfının sosyalizme borçlu olduğu kazanımlarını yok etmeye yöneldi. Bir sömürge olarak ülkemizde süreç, özelleştirme, taşeronlaştırma yoluyla büyük bir yıkıma dönüştü. Uzun vadeli planlarla sistem hedeflerine yürüdü. Kemal Derviş’te simgelenen ekonomi politikaları, AKP iktidarı ile yapılabilir hale geldi. Bir proje olarak AKP, işçi sınıfının kazanımlarını yok etmenin aracı olarak kullanıldı. Bugün, rant-yağma ve savaş ekonomisi yolunda saray rejimi olarak devam eden bir süreçten bahsediyoruz.
EYT Meselesi
Kısaca EYT denilen, Emeklilikte Yaşa Takılanlar kavramı, 1999’un 8 Eylül gününde yasalaşan emeklilik şartlarının hukukta örneği görülmemiş biçimde değiştirilmesine dayanıyor. Öyle bir şey idi ki bu yasa, bir sabah uyanıyorsunuz ve emeklilik hakkınızın onlarca yıl ötelenerek elinizden alındığını görüyorsunuz. Bu yapılırken, ideolojik saldırı kesintisiz sürdü. Ülkenin genç emekliler cenneti olduğu, emeklilerin SGK’ya yük olduğu sıklıkla işlendi. Oysa emeklilik şartları, işsizliğin kol gezdiği bir ülkede 25 yıllık bir sigortalılık, prim ödemelerinin patronların keyfince yapıldığı bir ülkede 5000’lere varan prim günü istiyordu. Elbette, şartları yerine getirip kırk yaşına varmadan emekli olan vardı ama bunlar devede kulak kalırdı, toplam içinde. Birde bahsedilen genç emeklilerin önemli bir kısmı, süper emeklilik denilen, 12 Eylül öncesini yaşamış işçileri fabrikalardan uzaklaştırmak için bulunan bir formülle emekli olmuş bir kesimdi.
Yasanın meclise getirilmesi öncesinde sendikaların işçi sınıfının gazını almak için yaptığı eylemler doğal olarak sonuç vermedi. Dönemin hükümeti, 17 Ağustos 1999 günü gerçekleşen ve onbinlerce insanın ölümüne neden olan Marmara Depremini fırsat bilen hükümet, insanlar deprem yaralarını sarmaya çalışırken yasayı çıkardı ve o günden bu güne EYT sorunu ortaya çıkmış oldu.
Tabiki bu kadarla sınırlı değildi saldırı. İlerleyen yıllarda bir taraftan ABO denilen aylık bağlama oranı ile, emekli maaşları sürekli düşürülerek, emeklilerin açlığa mahkum edilmesi mutlak hale getirildi. Diğer taraftan, kademeli olarak emeklilik yaşı 58- 60’a, en nihayetinde 60-65’e çıkartılarak, mezarda emeklilik denilen düzene geldik. Anlayacağınız biz o horozu vermeyecektik ama çoktan vermiş olduk.
EYT’liler, uzunca bir süredir, eski haklarının, 1999 öncesi emeklilik şartlarının iade edilmesi için mücadele ediyor. Ama bu arada, milyonlarca işçi, emeklilik şartlarının dolması için yıllarca bekledi. Kimi emekli olamadan hayatını kaybetti, kimisi, yaşından ve sağlık sorunlarından dolayı iş bulamadan, ne emekli nede işçi olamadan yaşamak zorunda bırakıldı. Kimisi de, serbest piyasanın acımasız dişlileri arasında kayıtdışı çalışmak zorunda kaldı. Böylece, kapitalizm bir kez daha, yarattığı sonucu kazanca çevirmeyi başardı.
EYT ÇÖZÜLDÜ MÜ?
Bilmiyoruz, zira yasa henüz meclise getirilmedi. Diyelim ki, denildiği gibi çıksın yasa. Arkasında milyonlarca mağdur bırakan bir süreç yaşandı. Elbette, bununda ranta çevrilmesinin yolu bulundu. Prim doldurmak isteyenler için banka kredileri açıldı. Patronlara bol keseden teşvik, Kredi Garanti Fonundan destek derken, neredeyse sıfır maliyetle işin atlatılması planlanıyor. Bu gelişmeler yaşanırken, geride kalan on milyonlarca kişinin mezarda ve üç kuruşluk maaşla emekli olacağı gerçeği unutuluyor. Giderek yaygınlaşan, devlet eliyle teşvik edilen bireysel emeklilik, geleceğin sistemi olarak hazırlanıyor.
Emeklilerin en büyük handikapı, üretim sisteminin dışında olmaları. Oysa, insanca bir emeklilik, insan onuruna yaraşır bir maaş, bütün işçilerin hakkı ve hayali. EYT’lilerin kararlı ve ısrarcı mücadelesi, gelecekteki mücadelelere iyi bir örnek. Eksikliği, ortak bir ideolojik hatta sahip olmaması, homojen bir yapı olması ve çözümü sürekli devlet katında araması. Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, bu mücadelenin parçası haline getirilmeli, Birleşik Emek Cephesinin bir bileşeni olarak toplumsal mücadeleye dahil olmalıdır.