İnsanları kolayca evlerinden toplayıp içeri atan, durmadan “suç” isnat eden, eziyetten çekinmeyen bir düzenin “masum yüzü” de bu işte: Kadını, çocuğu, işçiyi koruma; kendini koru… Düzeni koru… İktidarını koru… servetini koru… Binlerce ölümden utanma, utanmazlığı koru!
Bir önceki yazı “Sınıf mücadelesi öldü mi, işçi sınıfı kaldı mu” başlığını taşıyordu.
“Hayır” diyor ve anlatıyordum. Yıllarca, kuvvetli cereyanlara rağmen de “hayır” demiş ve kendimce anlatmışım.
Ama haklısınız: “İşçi sınıfı ölüyor!” Canlıyken, çalışırken, ekmek parası peşindeyken, istismarın, baskının, hayata tutunma zorluklarının pençesindeyken “yok” sayılanlar, hatta kendini öyle saymayanlar bile; ölünce “işçi sınıfı” oluyor.
Öyle kadın erkek ayrımı yok; öyle büyük çocuk ayrımı yok; öyle yaşlı genç ayrımı yok; öyle etnik köken ayrımı yok; öyle memleket neresi ayrımı yok; öyle başörtülü başörtüsüz ayrımı yok! İşçi sınıfı ölüyor ve sınıf mücadelesi biraz da bu işte!
Dilovası’nda parfüm yangını… Kokular sürelim, koklaşalım diye barışık kalmaya çalıştığımız bir düzenin “parfüm”ü yangın olup ikisi 18 yaşın altında, yani “çocuk işçi” altı kadının daha canını aldı. Bakan bile “emekçi kardeşlerimiz” demek zorunda kaldı.
Öyle işte “emekçi kardeşleriniz.” Ama o işyeri CİMER’e şikâyet edilmiş, kimse bakmamış bile, yangın merdiveni bile mi yok, yuh diye. O işyerinin komşusu İŞKUR denen kurum. Başındaki şahıs, şimdi usulen gözaltında ama iktidarın gözbebeğiymiş; en tepeden eteklerine kadar. Ama en fazla o ve diğer yerel bürokratlar sorumlu tutulur. En fazla ama ne kadar fazla!
Daha yeni “otel yangını” davası bitti değil mi? Çoluk çocuk onca canı geri getirmeyecek elbette. Ama oteli denetlemekten sorumlu bakan aynı zamanda o oteli kendi turizm şirketiyle yangın akşamı bile pazarlamış olan patron. O iktidar katında ve servet iktidarını gözlere sokan yatında!
“Sınıf mücadelesi” bitmiyor çünkü bir sınıfın başka sınıflar üstündeki tahakkümü sürüyor. Açlıkla, işsizlikle, endişelerle, hayat gailesiyle ve bazen inançla, kimlikle köleleştiriyor; sonra yakıyor, boğuyor, havaya uçuruyor, parçalıyor, yüksekten atıp betona çakıyor, madene gömüyor.
“İşçi sınıfı ölüyor” ve bir “ölü işçi sınıfı” her yıl, çoluk çocuk, kadın erkek 2 binden fazla ölü, öldürülen, katledilen işçiyle birlikte büyüyor işte!
Dilovası parfümünün ölü işçi kadınları, 15’inde Nisanur ve Cansu, 18’inde Tuğba, 317inde Esma, 55’inde Şengül, 65’inde Hanım; belki kendileri bile demiyordu ki “Biz işçi sınıfıyız” ama ne olursa olsun artık “ölü-öldürülen işçi sınıfı” saflarında. Cenazelerinde utanmadan saf tutan iktidar mensupları bile “emekçi kardeşlerimiz” demek zorunda!
Dilovası “parfüm yangınının ölü işçi kadınları” yılarca yazdığım işçi kadınların, misal Bursa’da bir atölyede “kaytarmasınlar” diye üstlerine kapı kilitlenmişken 15’inde Ayşe,18’inde Sadife, 21’inde Gülden, 27’sinde Necla, 32’sinde Sevgi ve karnındaki bebeğinin yanında saf tuttu artık.
Aynı safta, yine yıllarca yazıp durduğum, Ceylanpınar “babasının” çiftliğinde üç kuruş paraya süt sağdırılırken, kamyonet kasasından Çırpı Deresi’ne düşürülüp öldürülen çoğu çocuk yaşta “süt kızlar” var: Fida, Hacer, Naile, Halise, Zehra, Emine, Hatun ve Fatma. Tam orada Balıkesir mühimmat patlamasında öldürülen 11 işçiden sekiz kadın işçi var.
Onların hem yanında, “ölü işçi sınıfının ölü kadın işçileri safı”nda kamyon kasasında yanan, kamyon kasasında “kaza” denen bir felakette onar onar ölen tarım işçisi kadınlar var. Hemen orada, İstanbul’u sel götürdüğü bir gün, köle gibi çalışsınlar diye bir minibüse hapsedilip zorla işyerine getirilmek üzere istiflenmişken boğulan kadın işçiler var.
Kadın-erkek ayırmıyorlar ya öldürürken, yakarken, ölüme sürüklerken; “ölü işçi sınıfının erkek işçileri” de orada: Ostim’in, Soma’nın, Davutpaşa’nın işçiler Esenyurt AVM inşaatının naylon çadırda kül olan işçileri var. Tam orada işte, “iktidarın en tepeden kankası” bir “torun”un Ali Sami Yen yerine diktiği gökdelen inşaatında, asansörle betona çakılan 10 işçi var. Tuzla tersanelerinin filika denemesinin canlı kobayları olarak denize fırlatılmış işçileri de orada.
Sadece “sivil işçi sınıfı” değil; “ordu proletaryası” da işte orada: İzmir Alaybey tersanesinin ölü askerleri, Afyon cephaneliğinin zorla, acemiliklere de bakılmadan patlayıcı deposuna sokulmuş, infilak sonunda ailelerinin DNA’larını taştan topraktan kazıdığı 25 asker, 25 genç de var.
Her yıl çocuk, kadın, genç, yaşlı… İşçi sınıfından düşerek, yanarak, boğularak, göçükte kalarak, havaya uçarak ölü işçi sınıfı safına katılmış binlerce binlerce insan var. İşte bir de bu yüzden “işçi sınıfı” var, “sınıf mücadelesi” var.
“Yenidoğan çetesi”nden “kayırılan maden patronu”na, iktidar ile “yan yana fotoğrafı olanlar”a; iktidarın felakete kadar göz yumduğu yangın patronlarına kadar, iktidarlar ve devlet eteklerinde semirenlere kadar bir “muktedir sınıf” var. İşte “sınıf mücadelesi” sen farkında olmasan da; yenilsen, yansan, boğulsan, parçalansan da tam bu sebeple de var.
Öyle bir “sınıf savaşı” ki… Hayat yetmiyor, tabiat geliyor… Deniz yetmiyor, baraj geliyor, gölet geliyor… Hortumcu yetmiyor, hortum geliyor… Naylon çadır yetmiyor, naylon konteynır geliyor. Sel yetmiyor, yel geliyor… Yangın yetmiyor infilak geliyor… Göçük yetmiyor; iskele, asansör, hayata tutunmak için tutunduğun ne varsa çöküyor.
Sonra? “Sonra”sı “emekçi kardeşlerimiz, üzgünüz. Gereken her şey yapılacak!”
İnsanları kolayca evlerinden toplayıp içeri atan, durmadan “suç” isnat eden, eziyetten çekinmeyen bir düzenin “masum yüzü” de bu işte:
Kadını, çocuğu, işçiyi koruma; kendini koru… Düzeni koru… İktidarını koru… servetini koru… Binlerce ölümden utanma, utanmazlığı koru!
t24.com.tr / 11 Kasım 2025




