Türkiye, tarihi bir seçimin eşiğinde. Erdoğan rejiminin etkisini giderek artıran baskılarına, ekonomik çöküşün toplum üzerindeki tahribatına ve depremin sürmekte olan yıkımına son vermek umuduyla seçime gidiliyor. Popülist otoriter Erdoğan iktidarının kendi çıkarı doğrultusunda durmaksızın değiştirdiği seçim sistemi, muhalif oyların bir arada tutulmasını gerektiriyor. Benzeri başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ‘popülist bir otokrat’ı görevden almak için muhalifler birleşme yolunda önemli adımlar attı. Bu doğrultuda ‘altılı masa’ olarak isimlendirilen muhalif ittifakın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi solunda yer alan parti ve örgütlerin çoğunluğunun da desteğini aldı.
* * *
Popülist otoriter rejimlerin temel özelliği, karizmatik bir liderin komutası altında, halkın arzularını dile getirme iddiasıdır. Halkı türdeş bir özne olarak gören ve gösteren bu siyaset tarzı, iyi olanı temsil ettiğini, halk iradesinin karşısında gördüğü ‘seçkin’lerin ve ‘statüko’nun karşısında durduğunu iddia eder. Bu duruşun kendisine yakıştırdığı misyon; ‘yerli ve milli’(!?) hedefler doğrultusunda, ‘sessiz mazlumlar’ın hakkını ‘yabancı maşası komplocular’a karşı kollamaktır. “Koruma/kollama” sürecinde, popülist otoriter iktidarın dayandığı kesim ‘halk’/’millet’ olarak tanımlanır; iktidar sahipleri ‘halkın tek temsilcisi’dir, ona karşı çıkan meşru muhalefet de en hafif deyimle ‘komplocu yozlaşmış elit’ olarak yaftalanır. Israrla uygulanan çoğulculuk karşıtı bir ‘çoğunlukçuluk’ doğrultusunda farklılıklar yok sayılır, dahası farklı olan suçlu muamelesi görür.
Otoriter popülist rejimler, şekil şartlarına titizlikle uyarak ve deyim yerindeyse ‘demokrasi’ kitabına uydurarak uygulamaya koydukları hilelerle demokratik işleyişe müdahale ederler. Yolsuzluğa batmış iktidarlarını sürdürmek için bulundukları ülkenin toplumsal ve siyasal değerlerinin altını oymaktan çekinmezler. Halkın duygularını istismar ederek azdırdıkları kutuplaştırma politikalarıyla ‘tek lider’in çözüm olarak görüneceği yapay krizler üretmekten çekinmezler. Açlık, güvencesizlik ve kuralsızlıkla oluşturdukları ortamda, denize attıkları kitlelerin yılana sarılmasından medet umarlar.
Uzun döneme yayılmış baskı ve yolsuzluk ortamından doğan çaresizlik, muhalif çözüm arayışlarını da etkiler. Baskıcı bir iktidarın uzun döneme yayılmış tahribatından kurtulma çabası, acil sorunlara odaklanan, ilkesel öncelikleri arka plana iten taktikleri beraberinde getirir. İktidarın belirlediği gündeme göre pozisyon alınırken, bir yandan da “Önce bunlardan kurtulalım, sonra işimize bakarız” yaklaşımı doğrultusunda, karşı çıkılan anlayış ve uygulamalara benzeyen, iktidarınkine paralel politikaların izlendiği sıklıkla görülür. ‘Otokrattan kurtuluş şenliği’ ruh halinde, ‘tek lider’i andıran popülist bir dil eşliğinde sağcı figürlerin önü açılır, minimalist ‘restorasyon programları’ tek çare olarak gündeme getirilir, buna karşı çıkanlar ‘marjinal ve sorumsuz’ olmakla suçlanır.
Popülist otoriter rejimler tarafından üretilen ve yaygınlaştırılan algı çerçevelerini kabullenmiş kitlelere ulaşma niyetiyle üretilen siyasetin, karşıtına fazlasıyla benzediği ve onun normlarını kabul ettiği için başarısız olduğu örnekler hayli fazla. İktidarın köpürttüğü tabulara teslim olan, verili eğilimleri mutlak kabul edip onlara göre politika üreten muhalefetin, bölünmemeyi başarsa bile ikna edici bir görüntü sunamayıp başarısız olduğu örnekler biliniyor.
* * *
14 Mayıs seçimleri hızla yaklaşırken popülist otoriterliğin gündemine kısılıp kalmayan, ‘restorasyon programı’nın sarhoşluğuna kendisini kaptırmayan, ufuk çizgisindeki hayallerini unutmayan bir dil tutturmaya ihtiyaç var.
Ancak sosyalistlerin önündeki sorunlar bununla sınırlı değil. ‘Otokrattan kurtuluş şenliği’ atmosferinin gereğinden fazla etkili göründüğü sol-sosyalist yapılarda, seçimlere ve seçim sonrasına ilişkin tedirgin edici boyutta bir iyimserlik gözleniyor. Popülist otoriterliğin gündemine, ona benzer popülist bir söylem ile cevap verme eğilimindeki ana akım muhalefetin hegemonyasına yeterince direnmeyen bu tercih, seçimler sonrasındaki mücadele için gerekli ilkesel ve düşünsel yığınağı yapmaktan uzak. Oysa Türkiye’de sınıf eksenli siyasetin geleceği açısından, seçim öncesinde tutturulacak öz güvenli dil ve sonradan çok işlevli olacak politik-ideolojik sınır çizgilerini belirginleştirmek büyük önem taşıyor.
Otoriter popülist iktidarın aman vermeyen baskısı altında iltifat gören ve sınıf siyasetini görmezden gelen dayanışma örüntülerinin, seçimler sonrasında yerini siyasetin gerçeklerine bırakacağını öngörmek için kahin olmak gerekmiyor. Toplumsal ve siyasal hayatın geride kalan 20 yılda çürüyen kolonlarına dayanmak yerine, “şimdi sırası mı?” demeden, hiç eksilmeyen ‘marjinallik yaftası’na aldırmadan atılacak sınıf eksenli yeniden inşa adımları sahiplerini bekliyor.