Bizzat İsrail Savunma Bakanlığı tarafından iç savaş korkusu dile getirilmeye başlandı, ‘İsrail tarihinin en zor günlerinin yaşıyor’ itirafıyla birlikte…
Unutturulan Filistin davası yeniden kör gözlerin nazar-ı dikkatine girdi. Her şey Kudüs Bölge Mahkemesinin bir dizi Filistinli ailenin işgal altındaki Doğu Kudüs’ten sürülmeleri yönünde bir karar vermesiyle başladı. Doğu Kudüs’teki Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinli ailelerin evlerini yerleşimcilere terk etmelerine karar veren İsrail yargısına karşı Filistinliler yaşam alanlarını savundular. Lakin yaşananlar sıradan bir “İsrailli yerleşimci” kesim ile Filistinliler arası çatışma değil, polis gücünü arkasına alan ırkçı Yahudilerin Filistinli mahalle sakinlerine alenen şiddetidir. Sistematik işgal programının bir uzantısı olarak devlet eliyle yeni bir tehcir planı devreye sokulmuştur Şeyh Cerrah’ta.. Ancak mesele, bu mahalledeki bir düzine evin boşaltılmasından ibaret de değildir. Nakba’nın (büyük felaket) yıldönümü yaklaşırken, tıpkı 1948’dek gibi “katliam pahasına tehcir uygulama” saldırganlığı söz konusudur. 1948’de İsrail devletinin kurulmasına bir ay kala Siyonistlerin katliam uyguladıkları köylerde korku ve sindirme üzerinden büyük bir tehcir uygulamışlardı. İşte Şeyh Cerrah’ta uygulanmak istenen “kanlı tehcir”, 1948’i anımsattı ve bu nedenle bir direnişle karşılandı.
Şeyh Cerrah mahallesinin ayrı bir tarihsel önemi daha var. Mahalle, Selahhadin Eyyübi’nin doktoru Hüsammeddin Cerrah’dan ismini alır. Cerrah’ın kabri buradadır çünkü. Osmanlı hakimiyeti altındaki Kudüs kenti surlarla çevriliydi ve sur dışında yerleşime izin verilmezdi. kentin nüfusunun kalabalıklaşması üzerine 19. yy sonlarında sur dışı yerleşime izin verildi ve Şeyh Cerrah mahallesi de ilk yerleşim izin verilen mahalledir. Buradaki 270 hanenin 167’si Araplara, 97’si dünyanın değişik ülkelerinden Filistin’e gelen Yahudilere ve 6 hanesi Hristiyanlara aitti, ancak Müslüman olmayanların toprak mülkiyeti yoktu. 1947’de Yahudi göçünün artmasıyla birlikte Kudüs çevresindeki yerleşimcilerin yayılma ve alan genişletmeleri yoğunlaştı. Bunda sonra Filistinlilerin evlerini boşaltmaları için tehditler başladı. Bombalamalarla, toplu katliamlarla tehdit edilen Filistinliler, başka yerlerde evlerini, köylerini terk etmek zorunda kalan ve Kudüs’e akın edenlerle birlikte kentin etrafında bir savunma hattı oluşturarak direnişi başlattılar. Bu direniş karşısında Şeyh Cerrah’taki Yahudiler mahalleyi terk etmek zorunda kaldılar.[1] 1948’te geri dönüp artık İsrail devleti eliyle Filistinlileri adım adım mülksüzleştirmeye başladılar. O günden bu yana Filistin topraklarında sürekli genişleyen bir işgal ve kapsamlı bir apartheid zulmü işliyor. Ve şu anda tarihi Şeyh Cerrah mahallesi sakini Filistinliler dünyanın gözü önünde yeniden ırkçı saldırlar ve devletin uyguladığı faşist yöntemlerle tehcire tabi tutuluyorlar. Aslında Filistinlilerin mülkleri İsrail devleti tarafından kamulaştırma adı altında ele geçirilirken, 1950’lerde mülksüzleştirilen ve yerlerinden edilen Filistinlilerin bir kısmı Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Örgütü’nün organizasyonuyla Şeyh Cerrah mahallesine yerleştirilmiş ve mahallenin mülkiyeti Ürdün’ün himayesine bırakılmıştı. Daha sonra tekrar İsrail işgali altına girdi. Buradaki tehcirle karşı karşıya kalan Filistinliler mahkeme yolula mülkiyet haklarını tescil ettiler. Lakin aynı İsrail yargısı şu anda tersine karar vererek Şeyh Cerrah mahallesindeki Arapların oturdukları evlerinin mülkiyetini Yahudilere devretti. İsril yargısının iki çelişkil kararı var ama mesele işgalcilerin yargısı değil, Nakba’nın Filistin halkına göz göre göre yeniden yaşatılmasıdır.
Mahalledeki tehcir programı uygulanırken yaşanan ırkçı saldırılar haftalarıdır devam ediyordu, evlerini koruyan halkın direnişi de öyle… Ama kimsenin umurunda değildi, ta ki bir taş atımlık mesafedeki Mescid-i Aksa Camii’nde namaz kılanlara saldırı olana kadar!… Camide ibadet edenler İsrail askerlerinin göz yaşartıcı gaz ve plastik mermili saldırısına uğradılar. İşte o zaman “Müslüman” liderlerin aklına Filistin’deki zulüm geldi ve o zaman “bu şiddete Hamas’ın roketlerle karşılık verdiğini” söylemenin gururunu yaşadılar. İki yüzlüler için “kârlı” bir dini değer hasıl olduktan sonra artık İsrail kınanabilirdi!.. Oysa İsrail işgalciliğine ve ırkçı saldırılara cevabı direniş ekseni verdi. Şeyh Cerrah’ta başlayan direnişe bütün Filistinliler bulundukları her yerde destek vermeye başlamışlardı ve direniş yayılıyordu yeniden…
İhvancı Hamas’ın hatırına ses çıkaranlar, Filistin davasına en büyük zararı verenlerdir
Filistin direnişini görmezden gelenlerin türlü türlü gerekçeleri var. Kimi liberaller (ve İsrail severler), Hamas’ın İhvancılığının İsrail’i sürekli kışkırttığını söylüyor. Bunlara göre Hamas olmasaydı İsrail’le barış mümkün olabilirdi! Kimileri de Flistin direnişini salt Hamas’tan ibaret sayarlar ve sadece Hamas’a selam çakarlar… Her iki bakışın eksik ve kasıtlı olduğunu söylemek gerekir.
Her şeyden önce şunu hatırlatalım; Suriye savaşının başlamasıyla birlikte Hamas’ın Filistin davasına ihaneti boyunu aştı ve bu ihanet doğrudan İsrail’in yararına gerçekleşti. Çünkü artık bütün evren biliyor ki, Suriye’ye yönelik saldırının birincil amacı, bölgede İsrail’in güvenliğini sağlamaktı. Yoğun bir medya kuşatması altında seslerini duyurmaya çalışan Arap analistler çok erken bir zamanda bu komplonun şifrelerini ifşa ettiler. Lakin kimse ilgilenmedi, ta ki dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ifşa edilen yazışmalarıyla gizlenen Suriye planları ortalığa dökülene kadar… Clinton o dönemki yazışmalarında açıkça Ortadoğu’da “İsrail’e yardım etmenin ve İsrail’in güvenliğini korumanın en iyi yolunun” Suriye’de “güç kullanmak” olduğu söylemişti. Söz konusu maillerde Hillary Clinton, ABD’nin Suriye’deki temel hedefinin Suriye rejimini devirmek olduğunu şu gerekçelerle ortaya koyuyor: “İran ile Beşar Esad rejimi arasındaki stratejik ilişki, İsrail’in güvenliğini tehdit ediyor. İran doğrudan İsral’e saldırmasa da, İran ve Suriye tarafından silahlandırılan ve İran tarafından Suriye’de eğitilen Lübnan’daki Hizbullah, İsrail ile doğrudan savaşan bir taraf oldu. Suriye’de Esad rejiminin sonlandırılması bu tehlikeli ittifakın da sonu anlamına gelecektir. İsrail yönetimi, Esad’ın devrilmesinin kendi çıkarlarına olduğunun farkında.”[2]
Başka kimler farkında? ABD ve İsrail’in Suriye planında yer alıp hevesle Suriye’ye savaş açan herkes; Batılı ülkeler, bölgedeki Arap liderler, Türkiye ve elbette ki Hamas… Suriye yönetimi, kendi ülkesinde ihvancıların siyaset yapmasını yasakladığı halde, İhvancı Hamas’a kucak açtı, Filistin direnişinin bir parçası olduğu için Şam’da barındırdı. Ama Hamas, Suriye savaşının hemen başında Türkiye ve Katar’ın peşinden gitti, Suriye halkına yönelik saldırganlığın safını tuttu. Şam’daki siyasi bürosunu Doha’ya taşıdı. Sadece o da değil, şu günlerde Suriyelilerin hatırlattığı başka ihanetleri de oldu. Örneğin Şam’ın kırsalları ve doğu Guta Suudi destekli Ceyşul İslam’ın kontrolüne girdikten sonra burada devasa tüneller açıldı. Bu tünellerin Hamas’ın desteği ve ekipmanıyla açıldığını Suriyeliler, özellikle de Suriye’deki Filistinliler hatırlatıyorlar. Bu ihanet, hem Suriye’deki Filistinlilere ölüm ve yeniden sürgün getirdi, hem de Filistin direnişine büyük zararlar verdi. Şimdi bu durumda Hamas İsrail’in davasını güderken İsrail’e düşman mıydı? Elbette ki Hayır! Tıpkı BOP’un bütün tarafları gibi, tıpkı Suriye halkına karşı cihat başlatan el Kaideciler ve diğer bütün cihatçılar gibi… Hatta şunu da hatırlatalım; Mısır’da iktidara gelen Mursi’nin ilk icraatlarından biri Filistin davasını satmaktı. O zamanlar gizli kalan, daha sonra Sisi döneminde ifşa edilen ihanet şuydu: Mursi, Mısır ihvancılarının arabuluculuğu ve Hamas’ın onayı ile İsrail’e Sina’da toprak satmıştı ve Gazze’lilerin buralara sürülmeleri kurgulanmıştı. Mursi’den sonra bu satış ifşa olunca tepkiyle karşılandı ve Mısır yargısı tarafından işlem iptal edildi (vaktinde bu ihanetin detayını yazmıştım. Bkz:[3]). Yani diyeceğim şu ki, ihvancıların Filistin davasına ihaneti ve verdikleri zarar az değil. Lakin bütün kurgular Suriye’de bozulunca, özellikle İhvancılar Mısır’da iktidarı kaybedince, Hamas da yön değiştirmeye başladı. Filistin direniş ekseniyle Hamas’ı tekrar buluşturan da İsrail’in 2014’teki Gazze saldırılarıydı. BOP köprüsünün altından onca iflasın aktığı bir süreçten sonra Hamas yeniden yüzünü Şam’a çevirmek istedi, Sisi aracılığıyla Filistinli örgütlerle uzlaşma masasına oturdu. Ancak Hamas’ın onca günahına rağmen, şu anda İsrail’in kanlı saldırılarına karşı direnişi yükselten eksenin bir parçasıdır. Ve “demir kubbeyi” delen roketler de sadece Hamas’tan gelmedi. Bu yanıt, 11 örgütün ortak direniş kararının sonucudur. İşte bu kararlılık, Hizbullah’ın İsrail’e tarihsel yenilgiyi tattırdığı 2006’dan sonra ilk kez İsrail rejimine güvenlik sendromu yaşattı, çünkü “demir kubbe” delindi!… İsrailli kaynaklar, bunun paniğini yansıttılar. Her şeyden önce Gazze tarafından bu kadar roket yağacağının istihbaratının alınmamış olmasını ve bu istihbarat zafiyetinden dolayı yaşanan güvenlik sendromunu sorguladılar.
Trump’ın İsrail’e sağladığı “normalleşme” sigortası ne kadar işe yarayacak?
İsrail’in bu saldırıları karşısında dünyanın ikiyüzlü tutumu her zamanki gibi devam ediyor. ABD, İsrail Gazze’yi bombardımana tutarken ve aralarında sokakta oynayan çocukların da olduğu onlarca sivil insanı katlederken değil, ama direniş ekseninden gelen roketlerin bir kısmı demir kubbeyi deldikten dakikalar sonra “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” tavrını ortaya koydu. İşte bu tavır, geriye kalan ülkelerin ikiyüzlü politikalarını belirliyor. Örneğin her şeyden önce tutum, tercih edilen dille başlar. Batının tutumu da dilinde ve söyleminde açığa çıkıyor zaten. Filistin halkına karşı uygulanan etnik temizliği görmezden gelen, on yıllardır anti-Siyonizmi anti-semitizm ile bir tutan ve dolayısıyla sömürgeciliği normalleştiren “batı duyarlılığı” kendini tekrar gösterdi. Öte yandan “dincilik duyarlılığıyla” ortalığa çıkanların da “samimiyeti”, İsrail’le ilişkilerini kesmeyi aklından dahi geçirmeden İsrail’i kınama “duyarlılığı” ile kendini gösteriyor. Ortada duran diğer yüz kızartıcı şeyler de var; Trump’ın gazıyla İsraille normalleşme anlaşmasını imzalayan liderler, imzalamak için sıraya girenlerin halkların öfkesi karşısında bir şey söyleyememeleri gibi… Örneğin İbrahim (İsraillilerin Abraham dedikleri) anlaşmasını koşar adım imzalayan BAE’de, o zamanlar halkın tepkisini dindirmek için şunlar söyleniyordu; “bu anlaşmayla İsrail’in ilhak planları engellenecek, Filistinlilerin hakları korunacaktır!”. Şimdi halk gördü BAE’nin emirlerinin ilhak planını ne kadar engellediklerini!…
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kez Ortadoğu’nun dört bir yanında Filistin direnişini selamlamak için sokağa dökülen halkların öfkesi Liderlerini köşeye sıkıştırıyor.
Bu kez dünyanın dört bir yanına sürgün edilmiş Filistinliler, yüreklerinde asılı duran anahtar sembolünde ve yeniden “eve dönüş” çığlığında birleştiler..
Bu kez Filistin halkı, mücadeleyi yükselterek çoğu grup liderlerinin önüne geçtiler. Sosyal medyada bir yandan Hamas’ın Filistin davasına verdiği zararı hatırlatanları gördük, “elli defa zemzem suyuyla yıkansa da günahlarından temizlenmiş olmaz” diyorlar, ama diğer yandan Hamas’ın direniş ekseninin ortak kararlılığı içerisinde yer almasının önemine vurgu yapıyorlar ve Filistinli örgütlerin işgale karşı yeniden direniş hattında birleşmelerini sağlayan şeyin halkın kararlılığı olduğunu söylüyorlar.[4]
Bu kez İşgal rejimi, yıkım ve saldırılarına daha önce olduğu gibi “radikal İslamcı Hamas’ın düşmanca tutumuna misilleme” şeklinde bir kılıf uydurmada başarılı değil. Çünkü İsrail’e cevabı veren direniş eksenidir. Çünkü İsrail’in başkentinde her kimlikten her inançtan İsrail’li yurttaşlar da savaşa karşı sokaklara döküldüler. Çünkü bizzat İsrail Savunma Bakanlığı tarafından iç savaş korkusu dile getirilmeye başlandı, “İsrail tarihinin en zor günlerinin yaşıyor” itirafıyla birlikte….
Bu kez İsrail’e toz kondurmayan Batılı liderlerin kendi evlerinde halklar; “Nehirden denize, Filistin’e özgürlük” sloganları atıyorlar.
Bu kez İsrail’in en büyük hamisi ABD’de, New York’taki İsrail konsolosluğunun önünde “Filistin için Acil Durum” mitingi düzenlendi, binlerce kişi “katliamı durdurun, nefreti durdurun, İsrail apartheid devletidir” sloganları atıldı.[5]
Bu kez “İsrail hükümeti ve Yahudi yerleşimci örgütlerin uyguladıkları etnik temizlik ve sindirme ile karşı karşıya kalan Filistin halkıyla dayanışmadayım”[6] diyen Susan Sarandon gibi bir çok Hollywood yıldızı da “Filistin’e özgürlük” etiketinde buluştular. Hatta ünlü İsveçli pop yıldızı Zara Larson da, Çarşamba günü Instegram hesabından İsrail’in işgal altındaki Kudüs kentinde Filistinlilere yönelik acımasız saldırılarına dönük öfkesini şöyle dile getirdi: “Masumların öldürülmesi ve apartheid politikalarının uygulanması da dahil olmak üzere Kudüs’te bütün bu olanlardan İsrail sorumlu tutulmalıdır. Filistin’de olanlar utanç vericidir ve suçtur.”[7]
Ve bu kez dünyanın birçok yerinde, liderlerinin ikiyüzlü tutumuna karşı, bu suça ortak olmayı reddeden halkların Filistin direnişini selamladıkları görüldü. Batı Şeria ve Ürdün Vadi’sinin ilhak planını parlamentodan geçiren Netanyahu ile el sıkışıp normalleşmeye imza atanlar, bunu yaparken “ilhak eylemini engellemek için imzaladık” diyen ikiyüzlüler, timsah gözyaşları dökerek bu vahşeti sadece kınayanlar, kınarken de İsrail’le bir dolu anlaşmayı durdurmayı akıllarına dahi getirmeyenler ve “Filistin’e uluslararası koruma gücü” isterken de İsrail’le askeri anlaşmaları olduğunu yok sayanlar için tek bir dilek var; direniş karşısında utanacakları günlerin yakın olması…